Tık... Tık... Tık... Tık...
Bastonunun yere değdikçe çıkardığı ses kulaklarında duyuluyordu. Görmeyen bir insan için göz anlamına geliyordu bu sesler aslında. Fakat o görebiliyordu, görme yetisi kısıtlanmış olsa bile gördüğü şeyleri kısıtlamak kimsenin başarabileceği bir şey değildi. Durumu hem sevinmesine, hem de üzülmesine sebep oluyordu. Hayatı karanlığa haps olmamıştı fakat bu dünyayı olduğu gibi görmek gibi bir başka lanet daha vardı hayatında.
Yağmur damlalarının hızı iyice artmış, adımları da bu orantıda biraz daha hızlanmıştı. Köyden çıkmalıydı, başının da derde girmesini istemiyordu doğal olarak. İzin niteliği taşıyan belge yada benzeri bir şey almalıydı. Bir kere çıktığında geri dönmeyeceğini kendisi de biliyordu aslında. Betondan binaların sardığı, elektrik tellerinin güneşi yok ettiği mükemmellikler diyarına dönmemek güzel bir düşünceydi aslında. Arkasında bırakabileceği pek bir şey de yoktu nasıl olsa.
Her bir insanın yanından sıyrıldığında, her bir köşeyi döndüğünde hava daha da kararıyor, yağmur damlaları iyice seyrekleşiyordu. Dev elektrik telleri 7 katlı beton binanın en tepesinde birleştiğini görebiliyordu artık. Yağmurun ve güneşin uzak tutulduğu bir bölgeye ilk adımlarını çoktan atmıştı. Adımlarını birkaç saniyeliğini sonlandırıp görebildiği kadarıyla binayı incelemişti. Görünürde belirgin bir özelliği yoktu, olsa da gözükmezdi zaten.
Binanın önündeki meydanımsı yeri aşıp kapının önüne gelmişti. İlk iş başvurusuna gidecek insanları andırıyordu hareketleri. Önce kıyafetlerini çekiştirmiş sonrada gözlüğünü düzeltip içeriye ilk adımını atmıştı. Bastonunun bir yerlere çarpıp başına bela açmasını engellemek için bir süreliğini ona yolunu gösterecek sesleri çıkartmasını kesmişti. İçeride arzusunu anlatabileceği görevli bir mecra arıyordu. Başıyla nazik bir reverans yapıp, duyulur duyulmaz sesiyle de köyden çıkması için gereken izinleri nereden/kimden alması gerektiğini danışacaktı.