O zaman 16 yaşım yeni basmıştım. 2 senedir bir takımla beraberdim ve senseimiz ile beraber görevlere gidiyorduk. Takımımızın en zayıf halkası bendim bana sorarsanız. İçimizde seçilmiş kişi olarak nitelendirilecek biri varsa, o kişi kesinlikle Nagai Kichibei olurdu. Gerçekten de yetenekleri hepimizin üstündeydi. Henüz daha 9 yaşındayken Chuunin olmayı başarmış biri… Kimisi ona dahi diyordu ve inanır mısın, bu konuda son derece haklıydılar. Düşünce yapısı herkesten farklıydı. Strateji konusunda senseimizin bile önündeydi belki de. Onunla daha çocuk yaşlarda tanışmıştım. Yanılmıyorsam 7 yaşındaydım. Oturduğumuz evin birkaç ev yanında oturuyorlardı. Annesi ve babası da shinobiydi ve çocuklarının eğitimleri ile yakından ilgileniyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, bazı zamanların onların antrenmanlarını izliyordum ve tek başıma yapmaya çalışıyordum. Ablalarım shinobiliği bırak, yumruk atmayı bile bilmeyen kişilerdi. Bu yüzden de tek başıma onları taklit ediyordum sadece. Kichi kadar başarılı olamazdım kesinlikle, çünkü doğuştan bir kabiliyeti olduğu açık bir şekilde ortadaydı. İşte tanımamızda yine bir röntgencilik esnasında oldu.
Evlerinin duvarları yüksek olsa da, bir noktada boyuma kadar düşüyor ve yerini tellere bırakıyorlardı. Bahçelerindeki güzle çiçekleri başka türlü gelen geçene gösteremezlerdi. Hepimizin yaptığı bir üçkağıt yani kısacası. Tellerin arasında, sarmaşıklar yükseliyordu ve bu sarmaşıklar benim gibi küçük birini gizleyebilecek kadar sıkıydı. Bugün o sarmaşıklar tüm telleri içine hapsetmiş durumda, ama yine de hala baktığımda Kichi’yi ve annesi ile babasını görebiliyorum. Neyse… Kafamı sarmaşıkların arasında uzatmış, yağmura tıpkı onlar gibi aldırmadan izliyordum sadece. Ancak birden bulunduğum noktaya bir shuriken fırlamıştı! Sanki taş duvarı, telleri, sarmaşığı geçip boğazıma saplanacaktı! Ancak tellerin arasına sıkışıp kalmıştı. Ne var ki ben çoktan çığlığı basmıştım bile… Ölmediğimi görünce yüzüm hiç olmadığı kadar kızarmıştı! Utancımdan yerin dibine girebilirdim. Bunda utanılacak ne vardı hala bilmiyorum ama bugün olsa yine o utanç ile kahrolurum sanırım.
Shurikeni almaya Kichi’nin babası gelmişti. Bana doğru attığı adımları beynimin içinde hissediyordum. Gizli bir ayinin ortasındaki davetsiz misafirdim ve babası her yaklaştığında gözleri ile beni öldürecek gibi duruyordu. Oysa adamın tek yaptığı yüzüme bakarak gülmekti sadece… Sevimli, sıcakkanlı bir gülümseme… Bana burada ne aradığımı sorduğunda cevap verememiştim bile korkudan. Onları izlediğimi anlamıştı muhakkak fakat yine de muhabbet açmak isteyen bir soruydu bu sadece. Ben ise cevap vermeyerek muhabbeti öldürüyordum. Aslında o sırada hala korkudan bacaklarım titriyordu ve kaçmak istiyordum. Ama korku işte, kıpırdayamıyordum. Daha sonra adam birkaç el hareketi yaptı ve birden üzerinde durduğum yer yükselmeye başladı! Lafı uzatmayacağım, oracıkta ağlamaya başladım! Zemin teller ile neredeyse aynı hizaya geldiğinde adam ellerini uzattı ve beni koltuk altlarımdan yakaladığı gibi bahçenin içine aldı! Gerçi o an kalbimi yerinden söküyor sanmıştım ya…
Kafamı usulca okşayan adam beni tanıdığını söylemişti. Komşumuz olduğunu bildiğini ve babamın resimlerine hayran olduğunu falan filan. Aslında tek yapmaya çalıştığı beni sakinleştirmekti. Benim omzundan tutup ailesinin yanına götürürken Kichi’nin bakışlarını görmüştüm. Bana uyuz olduğunu görebiliyordum. Daha sonra Kichi anlatmıştı, o gün antrenmanı böldüğüm için çok sinirlenmişti. Babası beni annesi ile daha sonra Kichi ile tanıştırmıştı. Tokalaşmak için ellerimizi uzatmamızı istemiş ve Kichi de benim birkaç parmağımı kırıvermişti! O kadar güçlü sıkıyordu ki… O güne kadar elimi sadece annem ve babam sıkmıştı, tabi sevgi ile. Zaten babamın ressam elleri güçsüz dokunuşlara sahipti. Annem ise hiçbir zaman canımı yakmamaya ant içmiş gibiydi. Uzun lafın kısası, dostluğumuz o gün bu şekilde başlamıştı.
Evden zaman buldukça Kichi’nin evine gitmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Her ne kadar annesi ve babası benimle de ilgilenmek istediyse de, onlara göre çok gerideydim. Öte yandan ben onları izleyip taklit etmeyi seviyordum, çalışmayı değil. Onların tüm çalışmalarını izliyor, akşam eve geldiğimde de küçük odamda kendimce taklit ediyordum. İşin komik kısmı, kendi adımı bile değiştiriyor, Kichi oluyordum. Her antrenman sonrasında ise sahip olamadıklarımın hüznü ile gülüyor ve bu duruma bile mutlu oluyordum. Günlerim böyle güzel geçiyordu, ama artık annem ile babam yaşlanıyor ve ablalarım da birer birer evden gidiyorlardı.
Birkaç sene sonra Kichi’nin evine gitmeyi tamamen bırakmıştım. Babamın tablolarını satabilmek için Amegakure meydanında bir yer edinmiştim. Yeterli müşteri çıkmadığı zamanlarda ise Amegakure sokakları beni bekliyordu. Durmadan para peşinde koşan biri olmuştum ve ne kadar kazanırsam kazanayım ailem için yeterli olmuyordu. Bu durumda benim için oldukça üzücüydü, çünkü başka yapabileceğim bir şey yoktu.
Yine böyle bir günde, elimdeki az parayla akşamı beklerken Kichi gelmişti yanıma. Akademiye girdiğini ve bir shinobi olacağını söylemişti. Bu habere bir hayli sevinmiştim. En yakın arkadaşımın adının tarihe geçeceğine emindim. O gün bunu kutlamamız gerektiğini söylemiştim ona, fakat Kichi bana kutlama yerine daha iyi bir şey yapabileceğimiz, babamın resimlerini hiç olmadığı kadar satabileceğimizi söylemişti. O gün gece yarısına kadar ikimizde Amegakure’nin her sokağına girip çıktık ve gerçekten de Kichi’nin dediği gibi hiç olmadığı kadar resim sattık. Kichi o günden sonra gözümde bambaşka biri olmuştu artık. Örnek insan, lider, rol model… Aklına ne geliyorsa o idi!
Kichi’nin eğitimi ile bilgiler giderek kesilmeye başlamıştı, zira para kazanmak giderek zorlaşıyordu benim için. Evden erken çıkıyor, gecenin köründe geliyordum. Zengin kişilerin evlerine giderek bir tablo satmak için birkaç saatimi harcıyordum. Durumun böyle gitmeyeceğini çok net anlıyordum ve bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum. Ancak etrafımda danışabileceğim kimseler yoktu. İşte o gece, Kichi’nin yanına gittim. Evine geldiğimde, gece olmasına rağmen bahçede antrenman yaptığını gördüm. Tıpkı eski günlerdeki gibi onu izlemeye daldım bir süre. Bahçede tek başınaydı, ancak o kadar iyi şeyler yapıyordu ki onu nefessiz izliyordum. Sonunda dinlenmek için durduğunda ona seslendim ve o da koşarak yanıma geldi. Her ne kadar yorgun görünüyor olsa da onun bana yardım edebileceğini biliyordum ve bu yüzden konuyu açtım. Ancak Kichi bunun önemsiz bir şey olduğunu söyledi ve shinobilik yapabileceğimden bahsetti! O an tabiki bu çok saçma bir fikir olarak gelmişti kulağıma. Çünkü yumruk bile atabildiğimden şüpheliydim. Kichi ise benim çok başarılı olacağımı düşünüyordu. Akademide birçok yeteneksiz kişinin olduğunu, onların yanında benim bir cevher olduğumu söylüyordu. Tabiki bunlar yalandı, Kichi benim akademiye getirmeyi planlıyordu sadece. Bunu kendisi de itiraf etmişti zaten…
Ertesi gün Kichi’nin fikrini aileme açıkladım. Başta itiraz etseler de Kichi’nin kazanç konusundaki anlattıklarını aileme de anlatınca, onlar da ikna oldu. Aslında her şey ortadaydı. Kichi’nin büyük bir evi ve bahçesi vardı, bizim ise ufak ve sadece betonumuz vardı. Ailemin onayını aldıktan sonra birkaç gün kendimi hazırlamaya çalıştım ve hazırlanma sürecinin sonunda Kichi’nin yanında akademiye doğru ilk adımlarımı attım!
O dönemde shinobilere ihtiyaç çok fazla olduğu için neredeyse adımı bile sormadan beni akademiye aldılar. Kichi ile aynı sınıfa koydular, zira dersler başlayalı epey olmuştu ve benim için yeni bir sınıf açacak değillerdi. Oysa dersler epey ilerlemiş ve ben koca bir manavda yenmiş armuttan farksızdım! Anlatılanları ağzımı açarak dinlemekten başka bir şey yapamıyordum! Tek bir kelimeyi bile anlayamıyor, ancak çok iyi anlamış gibi başımı sallıyordum. Bambaşka bir dil konuşuluyordu ve bambaşka bir yaşam vardı. Birkaç gün bu şekilde gelip geçti… Kichi benimle ilgileniyordu, ancak ona da bir aptal olmadığımı ispat etmek ister gibi tüm dersleri çok iyi anladığımı söylüyordum. Oysa hiçbir şey anlamadığımı söylesem, bana yardım edeceğinden emindim. Ama bugün diyorum ki, iyi ki yardım istememişim. Aksi halde onunla, takımımızın üçüncü kişisi ve belki de her şeyi olan Misora Hizuru ile hiç tanışmamış olacaktım…
Elimdeki resme düşen bir damla gözyaşı ile konuşmam kesilmişti. Yüzünde yara izleri olan, ancak buna rağmen kocaman bir gülümsemesi ile duran Senzo-sensei, hemen önünde sağ tarafın denk gelen ben, benim yanımda ise Kichi ve önümüzde Hizuru… Düşen yaş her ne hikmetse tam da Kichi ve Hizuru’nun üstüne doğru gelmişti. Düşen bu yaşa rağmen, yüzümde büyük bir gülümseme vardı… Sadece Senzo-sensei ile ben kalmıştım bu resimden geriye… Ve de bir sürü güzel anı… Ölüm hüznü doğursa da ben hiç nail olamamıştım hüznün siyahına. Resme ne zaman baksam, hemen yanıbaşımda buluyordum Kichi ve Hizuru’yu. Sanki hiç ölmemişler, hiç gitmemişler ve her zaman iki omzumun üstünde yaşıyorlarmış gibi… Gözümden düşen yaş sayısı artmaya başlasa da yüzümdeki gülümseme de bir o kadar artıyordu. Resmin çerçevesine daha fazla göz yaşı dökmemek için bir miktar ileri almış olsam da resmi, gözlerimi alamıyordum bu iki güzel insandan. O anda, yaşadığımız o lanetli günden sonra ilk kez Senzo-sensei’yi görmek istemiştim. O malum olayın ardından, sadece hastanede yanıma gelmişti bir kere ve sonra gitmişti… Ne yüzünü hatırlıyordum ne de söylediklerini. Ancak onun yanına hiç gitmek istememiştim daha sonra. Sanki onun yanına gitsem Kichi ve Hizuru’nun mutluluğu yok olacaktı. Senzo-sensei de aynı şekilde düşünüyordu belki ve bu yüzden bir daha hiç görmemiştik birbirimizi… Ölmediğini biliyordum. Sonuçta ölen shinobiler için yapılan merasime zorunlu olarak katılmıştım. İki kişinin merasimine onur konuğu olmuştum hatta. Resmi masanın üstündeki eski yerine koydum yavaşça ve kalem ile kağıda son bir kez daha baktım. Satırlarımda Hizuru yoktu henüz, ancak olacaktı. Fakat önce Senzo-sensei’yi bulmam gerekiyordu. Onunla ne konuşacağımı bile bilmesem de Kichi ve Hizuru’nun resimdeki gülümsemesi gitmemi söylüyordu.
Yazdıklarımı hızla taradıktan sonra defterin kapağını kapattım. Yeni defterin kapağı bir mırıltı ile kapanırken yerimden kalktım ve yağmurun altında ıslanmamak için üzerime bir pelerin bulup geçiriverdim. Güneş’in varlığına rağmen kendini bizden sakınması hoş değildi, ancak yine de gündüz olmasını anlamaya yetecek kadar kendinden tattırıyordu bize. Bu da iyiydi, yeterliydi. Akademiye gidip Senzo-sensei’nin yerini öğrenebilirdim belki. Şimdilik en mantıklı şey buydu zaten. Son çare olarak kendimi bambaşka yerlerde paralayabilirdim nasıl olsa.