Yine sıkıcı ve yağmurlu bir gün. Her sabah güneşi görmenin umuduyla uyanıyorum. Amegakure’ye geldiğimden beri güneşi görmemek benim için çok trajik bir durum. Dışarıya çıktığımda üşümekten ve ıslanmaktan bıktım usandım artık. Suiton elementine sahip olmam da gerçekten ironik. Suyu sevmezken sudan ejderhalar yaratıp rakibimi boğabiliyorum. Tabii onların yenilişini görmek benim suya olan nefretimi biraz da olsa azaltıyor. Sonuçta bu bana hayallerimi gerçekleştirmek için gerekli olan ilk özelliğimi hatırlatıyor, gücümü. Ben güçlüyüm. Alçak gönüllü olduğumu da düşünmüyorum. Ama o konu.. “Hiro” ismini duyduğum anda titremeye başlıyorum. Başım dönüyor. O trajedik anları hatırlıyorum. Kalbim hızlıca atıyor. Sonra arkadaşım olmayı başarmış nadir kişilerden biri olan Hiro’yu öldüren o adamın yüzü aklıma geliyor. Ama daha çok, o adamın alnındaki işaret. O işaretin çizgi atılmış bir Amegakure sembolü olduğuna kesinlikle eminim. O adamın ölümünü görmenin tek yolu, güç ve bilgi. Bu ikisine sahip olursam, o adamı öldürecek kişi de ben olurum. Yolumu şu sıralar kapatan tek şey ise, bu adamın kaçak olması. Yani hangi riskler ile karşılaştığını bilmiyorum. Belki de onu bulduğumda ölmüş olur. Ama umurumda mı ? Değil. Ben o adamı öldürmeden ölürsem, Hiro’ya ve kendime haksızlık etmiş olurum. Hiro artık yok. Ama o adamın unuttuğu bir şey var. Ben sapasağlam olarak buradayım. Kalbim attıkça o adamın da hayat süresi bir kum saati gibi doluyor. Ben ise o kum saatini keskin bir katana ile parçalayacak kişiyim. O kum saatini, normal akışından kesip hızlıca yok edeceğim.
Derin düşüncelere dalmış olsam da, bugün güzel bir gün gibi görünüyor, yani dışarıya çıkmamın bir sorun doğuracağını sanmıyorum. Yağmur da az zaten. Yatağımdan kalkıp tuvalete gittim. İhtiyacımı gidermenin hemen ardından kıyafetlerimi giydim ve merdivenlerden aşağıya inip dairemizin kapısını açtım. Dışarı çıkıp Wakahisa klanının binalarının olduğu tarafa doğru yol aldım. Babam yine bazı belgeleri kontrol ediyordu. O sırada beni görüp yanına çağırdı. Selamlaştıktan sonra bana küçük bir görev verdi. Klan binasının içinde, en üst kattaki tüm parşömenleri en alt kattaki depoya taşımaktı görevim. Yine depoda tüm parşömenlerin kontrolü yapılacakmış. Tabii bunlar beni ilgilendirmeyeceği için konu hakkında bir şey sormadan babamın isteğini onaylayarak klan binasına doğru yol aldım. Klan binası oldukça büyüktü. Biraz yorulacaktım, ama olsun, klan benim için her şeyden önemli bir faktör. Bu yüzden klanımdan herhangi biri benden bir şey isterse bunu yaparım. Klan binasının kapısını açtım ve merdivenlerden en üst kata kadar çıkmaya başladım. Sadece düz merdivenler olduğundan ve çok katlı bir bina olduğundan en üst kata çıkmak çok sinir bozucu olsa da her zamanki gibi sonlara doğru sinirlenip otomatik olarak daha hızlı çıkmaya başlıyorum. Parşömenlere ulaştım, tabii ki yine merakıma düşüp birini açmaya karar verdim. Merak kediyi öldürür derler, neyse ki şanslı bir kediyim. Çünkü açtığım parşömen tüm parşömenlerin “Giriş” bölümüymüş. Wakahisa klanının en üst üyeleri dışında herhangi birinin parşömenleri açması zarardan başka bir şey getirmeyecekmiş. Tabii bu yazılar genellikle çoğu parşömende bulunduğu için girdiğim risk pek de umurumda değildi. Yaklaşık otuz parşömenin bulunduğu çantayı alıp en alt kata indim. En alt kat dediğimiz yer, depo, çok karanlık ve sinir bozucu. Bu nedenle hemen parşömenleri gördüğüm ilk masaya koyup bir üst kata, yani zemin kata çıktım ve dışarıya çıkıp babamın olduğu binaya doğru yol aldım.
Babamın olduğu binaya geçmek için Wakahisa binalarının olduğu bölgeden dışarı çıkılan kapının önünden geçmek zorundayım. Bu kapıdan geçerken dışarıda üç akademi öğrencisi şakalaşıyordu. Konuşmalar arasında duyduğum bir cümle beni çok sinirlendirdi. “Hiro, şimdi seni öldürürüm ha ! Hahahah !” Bir an titremeye başladım. Dizlerime çöktüm ve sinirden köpürdüm. Hemen onların yanına doğru koştum. “Hey, gerzek veletler ! Siz ölümün şaka yapılabilecek bir şey olduğunu mu düşünüyorsunuz ?” Beni hiç takmadılar. Gülmeye başladılar. Kahkaha atışları beni daha da sinir etti ve onları ağaçlarla dolu bir kenara çağırdım. Ve onlara aynı soruyu sordum. Bu sefer içlerinden zeki olduğunu sanan bir velet sadece şaka yaptıklarını ve şaka oldukça sorun olmayacağını söyledi. Onlara anlatmam gereken bir hikaye olduğunu farkettim. “O zaman size geçmişimden bir kesiti anlatacağım. Hanginizin adı Hiro ise, özellikle o dinlesin. Hepiniz oturun !” Hepsi bir anda yere çöktü ve beni dinlemeye başladı. Zaten bir chuunin olduğum için bana saygısızlık yapma gibi bir şansları da yoktu. Onlara hikayemi anlatmaya başladım.
“Yuudai, çok yavaşsın ha. Biraz hızlı ol kardeşim, hadi !”
“Kes sesini, soysuz.”
“Benimle böyle konuşmak arkadaşlığımızı geliştirmeyecek ama, değil mi ?”
“…”
Ame-chou’nun odasında Hiro ile benim aramda bu konuşmalar yaşanırken bir anda senseimiz odaya girdi. Beklettiği için Ame-chou’dan ve takımdan özür diledikten sonra, bize görevimiz hakkında küçük bir bilgi verdi. Bir akademi öğrencisini Kusagakure ile olan sınırımızda bulunan bir köprüye kadar götürüp annesine teslim edecektik. Oraya kadar giden yollar genellikle temiz olduğundan başımıza bir şey gelmeyeceğini düşünerek hareket ettik. Göreve ilk çıktığımızda gerçekten barışçıl ve saçma bir ortam vardı. Kız olan takım arkadaşımız Yuka, görevden sonra Hiro ve beni eve içki içmeye davet etmişti. İşin sinir bozucu yanı, içki içmediğimi bilmesiydi. Bana gülümseyip saçma saçma tavırlar sergiliyordu. Gözümde hiç değeri yoktu bu kızın. Hiro ise benimle arkadaş olmak için fazla çabalıyordu. Tek iyi yanı güçlü olmasıydı. Bir de benimle yemeğini paylaşıyordu. Kazancım oldukça benim için onunla arkadaş olmak pek de sorun değildi. Zaten klanım nedeniyle köyde pek sevilen bir insan değilim. Kusa’dan gelen bir klan da olduğumuz için halk bizden pek memnun değil. Bir iki arkadaş bana yeterli olurdu. Tüm bunları düşünürken Kusa’ya iyice yaklaşmıştık. Kusagakure, doğduğum yer. Bu köyü gördükçe duygusallaşıyorum ve koşarak doğduğum eve sarılmak istiyorum. Ama Amegakure’ye taşınıldığından beri hiç gitme şansım olmadı. Çocuğu bırakmadan ona Kusa’nın şu sıralarda ne durumda olduğunu sormayı planlıyordum, gerçi o Yuka’ya eşlik ediyordu.
Her şey normal ilerlerken ormanlık bir alana girdik. Çalılıklardan kıpırdama sesleri geliyordu. Genin olduğumda babamın hediye ettiği keskin katanamı elime aldım, ancak senseimiz onu yerine koymamı ve her şeyi kendisinin halledeceğini söyledi. O sırada yaklaşık yirmi shurikenin Yuka’ya doğru geldiğini gördüm. Hemen Hiro ile önüne geçip kunailerimizle bu shurikenleri engellemeyi başardık. “Ganimet bulduk ha ?” dedi , shurikeni fırlatan adam. “Kızı da alalım. İhtiyaç gideririz.” dedi yanındaki adam. Sadece iki kişilerdi. Hatta kaçaklardı. Kaçak oldukları köyün Amegakure olduğu da alın bantlarından belliydi. Senseimize bu adamları tanıyıp tanımadığını sordum. Hayatında hiç görmediğini söyledi. Adamlardan biri genç, biri de yaşlı gözüküyordu. Genç olanın yüzünde gözünden ağzına kadar büyük bir yara vardı. Kıyafetleri ise kirlenmiş Jounin kıyafetlerine benziyordu. Bu adamların kaçak olması çok farklı şeylerle karşılaşmış olduklarını gösteriyor. Aralarından biri Katon:Goukakyuu hazırlığı yapmaya başladı. Sensei Hiro ve bana seslendi. Hiro da Suiton kullandığından dolayı aynı anda Suiton:Mizurappa yaparak Goukakyuu’yu söndürmeyi başardık. Etrafı duman bulutu kaplayınca önümü göremedim, ve çocuğu yakaladıklarını gördüm. Yakalayan herif yaşlı olandı. Sensei, yaşlı olana bir tanto ile saldırdı ve yaşlı adamı göğsünden yaraladı. Çocuğu hemen yanına alıp geri çekildi. Ben de arkama döndüm. Önümde Yuka da vardı. Hiro’nun da kaçtığını düşünerek yaklaşık bir dakika arkama bakmadan koştum. Sonra arkadan hiçbir ayak sesi duyulmadığından ve adamların gittiğini düşündüğümden arkama döndüm. Ve omzuma o sırada bir kunai saplandı. Saplayan kişi, yaralanan yaşlı ninjaydı. Yuka bana medikal yardım yaparken adamların kaçmaya hazırlandığını gördüm. O sırada gözlerimi kapattım, bu saçma kavganın bittiğine sevinirken “Bir iz bırakalım bari !” diye bir ses duydum. Gözlerimi Hiro’ya çevirdiğimde, genç ninja Hiro’nun kafasına bir katana saplamıştı. Bir an kendimi kaybettim. O sinirle Hiro’nun yanına doğru koştum. Ben Hiro’ya ulaşamadan adam Shunshin ile yanımdan kaçtı. İki ninjanın gözden kaybolduğunu farkedince Hiro’ya döndüm. Hiro’nun ölü bedenine titreyerek baktım. Yuka ve küçük çocuk ağlamaya başladı. Sensei dehşetli gözlerle ölü bedene bakıyordu. Gözlerimi kanlar içindeki kafadan ayıramıyordum. Bu çocuk benim arkadaşım olmak için çok uğraşmıştı. Bu çocuk ben yalnız hissederken yüzüme küçük bir gülümseme getirmeyi sağlayan tek kişiydi. Bu çocuk benim tek arkadaşımdı. Ve ben, tek arkadaşımı gözlerimin önünde ölürken izledim. Ölü bedeni kaldırmadan yerdeki halinde sarıldım. “Neden bunlar oldu şimdi, neden ?!” diye haykırırken aynı zamanda hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. O anda hiç kimse, hiçbir şey umurumda değildi.
Uyandığımda, hastanedeydim. Bayılmışım. Son hatırladığım Hiro’nun ölü bedeni üzerinde ağlamamdı. Babam, Yuka ve diğer tanıdıklarım yanımdaydı. Uyandığım anda Yuko “Hiro’nun cenazesi iki saat sonra başlayacak.” dedi. İçimden lanet okuyordum. Bunun olması gerekmiyordu. O iki şerefsiz önümüze çıkmasaydı, Hiro şu anda benimle güzel bir görevi yerine getirmemizi kutluyor olacaktı. O sinir bozucu sesiyle bana iltifat edecekti. Eğlenecektik. Ama her şey bitti. Artık o burada değil. Artık o yok. Ben herhangi bir tanrıya inanmam, yani o öldüğünden beri var oluşunu yitirdi. Ama unutulan kısım, benim yaşadığımdı. O kaçak ninjanın hayatı artık benim elimde.
Cenazeye herkes gelmişti. Ame-chou bile gelmişti. Gözlerim yaşlandı. Ölüm bana o kadar mantıksız geliyordu ki. Özellikle de ölüm kendiliğinden olmadığında. Arkadaşımın yok oluşunu görmek çok mantıksızdı. Bu mantıksızlık içinde kaybolurken hüzünleniyorum. Arkadaşımın, Hiro’nun mezarına bir gül bırakıp o lafları fısıldadım. “Ben senden daha üstün bir tanrıyım, güçsüz olduğun için öldün. Korkma, seni öldüren adamın yüzünü hatırlıyorum, yoldaşım. Huzur içinde yat..” Kendi inancıma uygun olan bu lafları ettikten sonra, eve doğru yol aldım. Beni uzun, hüzünlü ve tatsız, yeni bir hafta bekliyordu. Evden çıkmayacağım, depresyon geçireceğim bir hafta.
Çocuklar, bu hikayeyi duyduktan sonra şaşkın gözlerle bana baktılar. O kadar boş bakışları vardı ki, hikaye boşa gitti gibi hissettim. Kızgın bir bakış attım ve oradan hızlıca uzaklaştım. Çocuklara son bakışımda, mezarlığa doğru gidiyorlardı. Belki de o boş bakışlar, ölüme anlam verememelerinden kaynaklanıyordu. Yine anlamsız, boş, sıkıcı bir gün. Ben bu hikayeyi anlatırken akşam olmuştu bile. Babamın yanına gittiğimde de nerede kaldığımı sorup azarladı beni. Bu kadar bunalım bir hikayeden sonra da babamı çekemeyeceğimden eve doğru yol aldım. Eve gittiğimde bir şeyler atıştırıp uyumayı planlıyorum. Yine yağmuru izleyerek uyuyacağım.