Bomboş, yeni bir gün.
Gözlerini aralayıp maviliğini attı önce odaya genç kız. Burnuna, ağzına, her yerine uğramaktan çekinmemiş saçlarının arasından gördüğü klasik loş odasının ortasına, kafasının hemen üstünden sıcacık bir ışık huzmesi çarpıyordu. Fazla uyumuştu. Kalın perdelerinin azizliğine uğramıştı yine. Yapacak bir şeyinin olmadığı günlerden biriydi o gün, geç kalkmasını minik kafasına takmasına bir sebep yoktu. Hatta, ışık huzmesinin içinde yüzen toz parçacıklarını temizlerken bir süre daha tek kişilik yatağının yumuşak battaniyesine sarılarak bir süre daha orada kalmaya karar verdi. Kalkası yoktu. Önce yüzünün önüne gelen pembe tellere kaydı gözü, nefes alışverişinden oynayanlara özellikle. Biraz daha sert nefes alsaydı gözünün önünden çekilirlerdi belki. Hali yoktu. Bir an, çok zahmetli bir işmiş gibi geldi ona. Sağ kolunun üstünde yattığından etkisizdi, sol elini oynatarak yavaşça battaniyesinin altından çıkarıp yüzünü örten saçları kulağına götürdü, arkasına dolamadan bıraktı. Bir kaç tel yine yanağına düştü sessizce ve olabildiğine yavaşça, fakat ışık huzmesini izlemesine izin vermişlerdi. Çıkardığı eli geri sokmadan önce solgun dudaklarına götürdü parmaklarını. Huzurluydu. Uzun zamandır olmadığı kadar huzurluydu. Eksesif hiçbir duygu yoktu şu an, üzüntü, kızgınlık, sevinç. Sadece huzur.
*Sesim olsa, şarkı söyleyebilir miydim güzel?*
Sessiz bir iç çekti. Bunu yıllar önce atlatmıştı belki, fakat arada sırada kendine hatırlatmada bir sıkıntı yoktu. Kaybolmuyordu böylece. Kendine gereğinden fazla güvenmiyordu kendine. Olması gerektiği gibi. Gözleri tekrar yavaş yavaş kapanmaya başladı. Şarkı söyleyemiyordu belki, fakat bugün ne yapmak istediğini bulmuştu.
Bir saat kadar sonra aynı sahneyi yaşadı kız. Sadece bu sefer huzme odasının ortasına değil, tam burnunun üstüne çarpıyordu. Başta ılık huzme hoşuna gitmişti, fakat dakikalar miskin kızın üzerinden akıp geçtikte huzme gözlerine doğru kaymaya başlamış, üstüne üstlük dudaklarını kurutup, burnunu yakmaya başlamıştı. Huysuzlandı. Kafasını yastığına doğru çevirip dudaklarını ıslattı. Nefes alamayacak raddeye gelene kadar yastığında gömülü kaldı, ardından biri beyninin içinde uyanmalısın diye mırıldandı.
Kalktığında saat öğle sularıydı. Kazınan karnını mutlu etmek için sıcacık yatağından ısınmaya başlayan, fakat hala tüylerini diken diken edecek serinlikteki odasına çıkışına doğru seğirtti. Yarı çıplak vücudunun her yanı bir anda alarm çalmaya başlamıştı. Ama alışkındı. Oda kapısının yanındaki aynaya baktı geçerken. Rezaletti. Saçları darmadağındı, atletinin bir kolu düşmüş, kolunun yanında sallanıyordu. Bir çorabı yoktu. Dün neden çorapla yatmıştı ki zaten? Kolunu kaldırıp atletini düzelttikten sonra saçlarını düzeltmek için havadaki parmaklarını aralarına soktu. Mutfağa vardığında diğer çorabını da çıkarmayı ihmal etmedi, tek ayağı çıplakken ihanete uğradığını düşünmesini istememişti.
Tam kırk dakika sonra tekrar aynasının karşısında, yukatasıyla cebelleşiyordu. Hava güzeldi, kimononun içinde yanmak istemiyordu. Ayrıca bu yukatayı Jiya almıştı ona, buruşuk ablası. Ya da teyzesi. Ya da sadece büyüğü. Bugünde annesine uğrayacağı düşünürse, düzgün giyinmeliydi. Yukatayı giymesi çok uzun sürmemişti, karışık saçlarını açması da öyle. Ağzındaki tantou-tokasını yarım topuzuna soktu dikkatlice. Üstünde canını yakabilecek çok şey vardı, neyse ki bugünde bir yerini incitmeden giyinmeyi başarmıştı. Bugün, annesinin kimonosu renklerini almış yukata vardı üstünde. Açık, pastel mavi üzerine serpilmiş pembe, kırmızı ve ara ara görünen, narin sarı çiçekler ve yumuşak desenlerden oluşan. Üstünü son bir kere düzelttikten sonra, kapının diğer yanındaki wakizashiye yöneldi. Bu sefer es geçti, aksine, onun yanında duran siyah, içinde bir enstrüman olduğu belli olan çantasını aldı eline. Önündeki küçük cepleri kontrol etti sessizce, her şey yerindeydi. Ekstra tuttuğu küçük, sarmallı defteri ve yanından ayrılmayan siyah kalemde oradaydı. Çantayı sırtlanıp çıktı. Mutfaktan geçerken çantaya bir kaç bozukluk atmayı ihmal etmedi. Dönerken atıştırmalık bir şeyler almak son bir senenin alışkanlığıydı onun için.
Uzun zamandır koto çalmıyordu.
Ayağına rahatsızlığı giyerek giderilmiş getalarını geçirdi. Ya da alışmıştı artık. Koto çantasını omzuna asmayı düşünse de bundan kısa zamanda vazgeçti. Sağ eline çantayı alıp sessizce evin yolunu tuttu. Eski evinin.
Hava sıcak olmaya ilerlerken normalden daha yavaş adımlarla giderek içini ısıtan güneşin tadını çıkardı. Bir kaç dakika tabi. Belki on dakika. Sıcak, yukatasının içine işlemeye başlar başlamaz kendini gölgelere attı sessizce. Toprak yollarda ayağını sürtmemeye çalışırken, bir kaç ses işitti kulağı. Başta aklına gelen ihtimallerden sesleri takmayıp yürümeye devam etti. *Çocuklar olmalıdır* diye düşünmüştü. Ya da sesli sesli tartışmaları sokaklardan eksik olmayan bir grup esnaf yine. Takmamıştı belki, fakat her adımda sese gittiğini farkettiğinde bir sessiz iç daha çekti. Tık çıkarmayan adımlarla olayın etrafından dolaşıp yoluna devam etmeyi düşünüyordu. Fakat işler beklediğinden biraz daha farklı gelişmek üzereydi.
Seslere varmaktan kaçınsa bile sokağı döndüğünde grupla yolu kesişmişti. Onunki kesişmişti hoş, kimse onu farketmiş gibi durmuyordu. Alt dudağını büktü hafifçe, karşılaştığı sahne o kadarda normal karşılanacak ya da basitçe geçebileceği bir yer değildi. En huzurlu olduğu gün, yine başını bir yerlere sokmak üzereydi. Üç kişilerdi, daha doğrusu, etrafta 5-6 kişi falan vardı toplamda, bir kaç izleyici dışında aksiyonun ortasında sadece 3 kişi vardı. Biri sinirden yüzü kızarmak üzere olan siyah saçlı ondan biraz büyük görünen bir genç adamdı. Diğerleri daha çok abi kardeş gibi duruyorlardı, biri sarışın, uzun boyluydu, yüzündeki iğrenç sırıtış sayesinde çarpık dişlerini izliyordu sokak. Diğeri ise ondan biraz daha kısa fakat ondan çok çok daha ince, yine sarışın bir çocuktu. Diğeri gibi ağzı kulaklarına varmıyordu belki fakat yüzünde çirkin bir gülümseme vardı. Bunları biliyordu. Küçük çocuklarla dalga geçen, sürekli küçük fakat sinir bozucu sorunlar çıkaran iki tiplemeydi. Ne zaman görse dövmek isterdi ikiliyi içten içe, fakat bugün huzur patlamasının çizgisinden çok çıkası yoktu. "Shiki." Dedi uzun olan, ilginç bir şekilde yüzündeki sırıtmayı indirmeden söylemeyi başararak. "Banzo." Dedi sadece diğeri ve öyle bir kahkaha kopardılar ki, bütün sokak inledi. Tam iç çekip başka bir yoldan devam etmek için dönecekti ki, siyah saçlı öne atıldı. Hızla. Yani, takip edebiliyordu. Fakat normal insan hızı falan değildi bu. Gözünün önünde devriye görevi canlandı. Bir anda vücudu alarma geçti, içinden bir ses ikili dayak yiyecek diye bağırıyordu. Kotosunu kırmamaya dikkat ederek hemen yanına bıraktı ve hızlı bir adım attı. O daha hızlı-
O gün değildi daha hızlı falan. Yukatanın içinde atmaya çalıştığı büyük adımla tökezledi, attığı sol ayağının üstüne konduktan sonra otomatik olarak açılan diğer bacağını durduramadı ve yukatasının içinde bir tur daha koşmaya çalıştı. Dengesini kaybetti, düşmek üzereyken son anda bacaklarını açarak durmayı başardı. İnanılmaz salak görünüyor olmalıydı. Bacakları açık, yarı çömelmiş bir pozisyonda, yukatası gergin bir şekilde kalakalmıştı. Sinirlendi, sinirlenmemek elde değildi. Sessiz sakin bir gün yaşamak istemişti sadece, hoşçakal huzur.
Beynine sıçrayan kanla beraber önce durduğu şekli düzeltti. Bir yandan kulaklarına acı nidası doldu. Kafasını kaldırdı ve durumu süzdü. Uzun boylu yumruğu yemişti. Kısa boylu yardım etmeye çalışsa da olduğu yerden bir kaç metre öteye sürüklenmişti, az önceki yarı çömelme şekli, bu sefer onda vardı. Burnu kanamıyordu belki ama acıttığı belliydi. Ne kadar işe bulaşmak istemiyor olsa da gözünün önüne gelen eski jouninin yüzü ile kendini buna mecburmuş gibi hissetti. İşler daha da karışmadan elleriyle yukatasını tutup biraz bacakları için yer açtı biraz daha. Kaşlarını çatıp üçlünün arasına doğru hamle yaptı çok yaklaşmadan, orada olduğunu belli etmek içinde yüksek sesle ellerini çırptı iki kere. Belki "Kusa Kurtarıcısı" değildi fakat birilerinin sokakta şamata çıkarmasına dayanamıyordu.