Göz kapakların aniden açılıyor ve göz bebeklerin ufalıyor, bir boncuk misaline gelecek kadar. Derin bir nefes alıyorsun; sanki yeni doğmuş gibi, ciğerlerini acıtarak, inleyerek. Öksürüyorsun ağzına kaçan toprak ve toz ile, suradının yarısı ıslak. Gözlerin kamaşıyor önce, ardından turuncu bir silüet beliriyor. Gözlerini açıp kapatıyorsun, ciğerlerini yeniden kullanmayı çözerken bir kaç damla yaş süzülüyor gözlerinden. Bir elini, yalapşap bir şekilde suradına atıyorsun ve yeri öpmemiş olan gözünü siliyorsun. Silüet daha da belirginleşiyor gözlerinin önünde. Bir alev... Yanan bir şey. Ayağa kalkmak istiyorsun.
Ellerini yere konuşlandırıp, toprak zemini kendinden uzağa itiyorsun. Etraf karanlık. Yanarak çatırdayan tahtanın sesine, yanık kokusunun eşlik ettiğini farkediyorsun burnun topraktan çıkınca. Sağına ve soluna bakıyorsun, yerde oturur pozisyondayken. Gözlerin hala görmeye alışıyor; Çevreni tanımıyorsun.
Bir ırmağın toprak ve çakıllarla kaplı kıyısında olduğunu farkediyorsun. 10 metre kadar ileride, yanmakta olan bir at arabası var. Sağ tarafında kalan ırmak usulca akmakta. Irmağın karşı tarafını sık ağaçlıklar ve sazlıklar kaplıyor; fakat senin bulunduğu yerde sazlık veya sık ağaçlar mevcut değil. Sol tarafında tek tük ağaçlar var ve onların ardında bir ovanın, tepeler ile beraber kayıp gittiğini az çok görebiliyorsun. Geri kalanını hayal gücün dolduruyor zaten. Ağaçların arasından toprak bir yolun kıvrıldığı detayını da aklının bir köşesine not ediyorsun.
Neden burada olduğun hakkında en ufak bir fikrin bile yok. Zihnini yoruyorsun, ağrıyan başını zamanda geri gitmesi için zorluyorsun fakat anılarının derinliklerinden çıkarabildiğin en güncel bilgi, kafanı yastığa gömdüğün anda hissettiğin rahatlama.
Onun ötesinde şüphe. Onun ötesinde acı. Onun ötesinde ise, ıslak ve yumuşak toprağın sana kol açışı.