
Bir adım attım, ötekisi takip etti. Boşluğun içinde yankılandılar, erişebilecekleri noktaya kadar gittiler ve geri döndüler; daha güçlü bir şekilde. İronik. Her şey böyle başlamaz mıydı zaten? Kapının dışına atacağına basit bir adımla... Ve yeterince zaman bunu yapmaya devam edersen, bunun bir karşılı olacaktır, oh evet! Her zaman olur. Neyi kovaladığını, neyin sana geri döneceğini bilemezsin elbette. Öyle olsaydı, işin eğlencesi olmazdı. Ölümü kovalayamazdın mesela, yada, ölümün seni kovaladığının farkında olmazdın. Daha ihtiyatlı olurdun, ki bu hiç eğlenceli sayılmaz öyle değil mi? Hayat buydu işte. Basit. Eylemlerimiz ve onların sonuçları, der, benden çok daha evla olanlar. Onlar basitliğin ardına bakma cesaretine sahiptir. Tabii bu pek çoklarını delirtir ama, onlar yine de yapar bunu. Birilerinin, insanoğlunun geleceğini düşünmesi gerek sonuçta. Sizin de tahmin edebileceğiniz üzere, bu öyle bir hikaye değil. Sadece basit bir çocuğun hikayesi, kapısının dışına basit bir adım atan bir çocuğun hikayesi.
Adımlar beni buraya kadar getirmişti. Yol. Böyle adlandırmayı seçerdim yazgımı... Hangi kumaştan örülmüştür, hiç anlayamadım. Ama zordu, size bunu söyleyebilirim, ateş ve kan kadar zor. Hatta yaşamak kadar... Her gün yaşamak ve her gün ölmek kadar zor. Ama yapıyordun işte... Eğer ilk adımı attıysan, devamı elbet geliyordu. Bir bekleyişti bu. Bir sonucunu görüp göremeyeceğini bilmeden hatta tahmin bile edemeden yola devam edişin... Başka nasıl açıklanabilirdi ki? Bir şekilde bugünlere kadar gelmiştim ama. Boş bir dojo... Şimdilerde, kırlangıç ile prensin dostluğunun bir damgası. Hayatın beni buraya sürüklemiş olmasından memnundum. Kelimelerle tarif edilemeyecek cinsten... Kırlangıcı başka nasıl yakalardım ki? Eğer bir yerlere konmamış olsaydı... Yol. İnişleri olduğu kadar, çıkışları da vardı. Ve dostlarım... Sizinle bugün, çıkışlarını konuşacağız.
Gündüzün ilk saatleri. Yada akşamın... Aradaki farkı anlayamadığım günlerden bir tanesiydi. Ne fark ederdi ki sanki? Kehanetlerde sözü edilen son kışın soğuğunu içime çektim. Onu bir dost gibi selamladım ve zihnime dolmasına müsaade ettim. Sonra bir adım daha attım, bir gıcırtı; bir başka adım ve onu korkunç bir simetri içinde takip eden bir başka gıcırtı... Dojo'nun ortasına kadar gidene kadar bu döngü birbirini takip etti. Ardından yere çöktüm. Mekanın tam orta noktasına... Meditasyon pozisyonumu aldım. Kırlangıç böyle yapmamı söylemişti. Dünya üzerinde nasıl bir prens vardı ki, ona bir şeyler fısıldayan kırlangıcının sözünü dinlemesin? Hay hay demiştim. Kalbim çarpmaya devam ettiği sürece, her uyandığım yeni güne selam duracağım. İster gündüz, ister gece... İster kehanet edilen yok oluş geldiği zaman, isterse vaadedilen topraklarda gözümü açayım... Meditasyon pozisyonumu alacak ve kendimi, zihnim ile baş başa bırakacaktım. Ve bu böyle sürdü, biliyor musunuz... Bu bir alışkanlık oldu. Bir shinobi olduktan sonra da devam etti. Kırlangıcın başka diyarlara göç ettiği zaman da...
İnsanlar, kendilerine verilen en büyük cezanın, cennetten kovulmaları olduğunu düşünürler. Ki bu kendi içinde ironiktir. İnsanoğluna neden sonsuz güzellik vaadedilsin ki? Fakat hayır. Bize verilen en büyük cezanın, şu hayatı yaşamak olduğunu sanmıyorum. Eğer keyif alabilirsen güzel bir yer burası. Evet, her köşe başında kan ve nefret var. Evet, ölüm bizim en eski dostumuz ve hatta... Son dostumuz olacak. Ve evet... Kusursuz değil. Elmayı severken, onun bizden pek de haz etmediğini anlayabiliyoruz. Ama bana soracak olursan, bize verilen en büyük ceza düşünceler. Korkunçlar, sizce de öyle değil mi? Düşünün bir... Bizim içimizdeki, kontrol edemediğimiz en büyük güç. Durduramıyoruz ve hatta, bize ait olup olmadıklarını bile bilmiyoruz. Bir düşünceyi öldüremeyiz. Bir düşüncenin bize işkence etmesine mani olamayız. Ama onlar hep oradadır, koca kafanın içerisinde... En büyük işkence, en büyük ceza düşünmektir dostlarım. Neyse ki insanoğlu kurnazdı, en az, kendi düşünceleri kadar. Zaman içinde, kendi düşüncelerimizi sınırlamayı öğrendik. Acaba bir gün tanrıları da yenmeyi başarabilecek miyiz?
"Yeterince düşüncelerinden kaçmadın mı?"
Hayhay. Ve işte... Yine oradaydılar. Yüzlerce ve binlerce düşünce, çıktıkları yolculuktan geriye dönüyorlardı. Korkunçtular. Aynı zamanda güzel, ilginç ve yaratıcı. Beni ben yapan her şey ve onlardan tedirgin oluyordum. Hatta korkuyor... Nedenini açıklayamasam da, kendimi bir gün yanıltacağımı sanıyordum. Kendimi... Hayal kırıklığına uğratacağımı, hayır sanmıyor; biliyordum. İçten içe, olduğum adamın ben olduğumdan şüpheliydim. Boğazıma geçirilmiş bir ilmek ip gibi. Tek yapabildiğim, ipi olabildiğince gevşetmek oluyordu. Fakat gittikçe daha da zorlanıyordum ve bir gün bunun yeterli olmayacağından emindim. Semptomları tedavi ediyordum sadece. Yapabileceğim güne kadar devam edecektim. Ama sonuçlarından korkuyordum. Belki de yapılması gereken en doğru şey, düşüncelerime kulak vermekti. Onları uzaklaştırmak değil, kucaklamak... Yapmadım. Bir gün pişman olacağımı bilsem de, yapmadım. Bunun, pişman olmaya değecek bir şey olduğu konusunda hiçbir şüphem yoktu doğrusu.
Birden doğruldum. Düşüncelerim, kana nüfuz eden bir damla zehir gibi vücuduma etki etmişti. Hareketlendim ve dojonun bir ucunda bulunan, bokkenlerden bir tanesini uzandım. Nazik davrandım ilk önce, dokunsam kırılacakmış gibi, camdan bir figürmüşçesine... Saygılı davrandım ve kendisine, basit bir sopa olduğunu unutturmaya çalıştım. Sen sadece, kılıç şeklinde bir sopasın diyemedim ona. Ne haddime hem! Nice ustaların, ustalaşmadan önce kullandığı bir silahtı o. Kesmiyor diye, hor görmek bana düşmezdi. Eğer ileride bir prens olacaksam, saygı duymayı öğrenmeliydim; saygı duyulmadan, bir salise önce... Bokken'i yattığı yerden kaldırdım ve elime aldım. Hafifçe ileriye doğru uzattım, ayaklarımı iki yana doğru açtım. Her şey böyle başlar diye şakımıştı bizim kırlangıç, Shigure demişti, böyle başlar. Sözünü dinledim onun, her zaman olduğu gibi. Zihnimi, önümde duran hayali düşmana verdim. Sanki dünyada ben ve ondan başka kimsecikler kalmamış gibi... Sanki hayatının sırrı, onun hemen arkasındaymış gibi... Ve harekete geçtim, gölge de harekete geçmeden bir salise kadar önce.
Shigure Form #1
Hız herşeydir. Seni hayatta tutar. Tabii ona layık olacak kadar hızlıysan... Eğer durup düşüneceksen veya bize ayak uyduramayacaksan, buraya hiç gelmemeliydin diye devam eder öğretiler... Hiç geriye dönmek istemedim. Ne kadar yavaş ve acınası olsam da, önemsemedim. Bir prense yaraşır davranmak istedim. Shigure felsefesi ne kadar zor olursa olsun dedim. Ve her şey de böyle başladı. Önümdeki gölgeye saldırdım! Bir an öne atıldım ve silahımı, dikey yönde, ileriye savurdum. Gölge... Gölge kurnazdı, hazırlıklıydı. Bir an için geriye çekildi ama aslında onun planı bu değildi. Silahını yatay pozisyonda hilal çizecek şekilde döndürdü ve benim saldırımı blokladı. Onun momentumu bir miktar daha yüksekti ve heh... Dediğim gibi, kurnaz bir orospu çocuğuydu. Elimdeki silahın hafif savrulmasından fırsat bilmişti. Açığımı görmüş ve bu noktayı işlemeye karar vermişti. Bir an için, kendi ekseni etrafında saat yönünde dönmüş ve bu dönüşten kazandığı ivmeyi silahına aktararak; yakın mesafeden bir saplama hamlesi yapmıştı. Artık dip dibeydik ve ben onun, olmayan göz boşluklarından içini görebiliyordum. Bir duman. Onu yakalamaya çalışmanın anlamsız olduğunu biliyordum. Pes etmedim. Kırlangıcın öğüdünü dinledim.
Shigure Form #2
Bir an için, ellerimdeki bokkeni gevşettim ve hafifçe dönmesine izin verdim. Eğer elimde bir katana olsaydı bunu yapardım, gelen hamleyi karşılamak için keskin tarafını değil, sırt kısmını kullanırdım. Yine de yaptım tabii. Oyun bozanlığın lüzumu var mı sanki? Dikey hamleyi bloklayabilmek adına, bokken'in sırt kısmını savurdum ve ardından; gölgenin beklemeyeceği bir şekilde, silahı öne doğru eğdim. Rakibimi sadece durdurmayacaktım, oh hayır. Aynı zamanda onu pişman etmek istiyordum. Gölgenin olmayan eline, var olmayan bir yara açtıktan sonra; onun bu zaafını değerlendirmeye karar verdim. Bir önceki hamlem daha yeni sonlanmışken, vücuduma tekrar şekil verdim ve bir hamle daha yapmak için atıldım. Döndüm ve blokladım. Tekrar saldırdım, kısa ve hızlı olacak şekilde. Shigure pek çok şeydi. Hızın hükmünün olduğu topraklar... İnceydi her şeyden önce. Şaşayı kaldıramazdı, basitti. Fakat kendi içinde bir güzelliği vardı. Bir kuş, kanat çırpmak için güç tüketir mi? Sadece çırpar, bildiği tek şekilde. Bir sonraki kanat çırpışının nasıl olacağını düşünmez, tekrar ve tekrar yapar. İnsanlar da kendi silahlarına bunu yapmalarını öğütlerdi Shigure. Hızlı ama naif, ölümcül ama sessiz. Ta ki ben, gölgeyi yere yıkıncaya kadar... Öyle de olacaktı zaten. Tabii eğer, dövüştüğüm gerçek bir varlık olmasaydı.
Bir anda geriye doğru savurduğum Bokken, bir wakizashi tarafından durdurulduğu anda... Onun gözleri, benimkilerle buluştu. Ne kadar buradaydı yada ne kadardır benim gölge dövüşüme şahitlik ediyordu emin değildim. Ama onun mavi gözlerine bir kere daha bakınca, tek bir şeyden emindim. Tek bir şey hissediyordum. Minnettardım. Burada olduğu için,
...kırlangıcın.