1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 16 Oca 2015, 18:19
gönderen Mizuno Kyousuke
O zaman 16 yaşım yeni basmıştım. 2 senedir bir takımla beraberdim ve senseimiz ile beraber görevlere gidiyorduk. Takımımızın en zayıf halkası bendim bana sorarsanız. İçimizde seçilmiş kişi olarak nitelendirilecek biri varsa, o kişi kesinlikle Nagai Kichibei olurdu. Gerçekten de yetenekleri hepimizin üstündeydi. Henüz daha 9 yaşındayken Chuunin olmayı başarmış biri… Kimisi ona dahi diyordu ve inanır mısın, bu konuda son derece haklıydılar. Düşünce yapısı herkesten farklıydı. Strateji konusunda senseimizin bile önündeydi belki de. Onunla daha çocuk yaşlarda tanışmıştım. Yanılmıyorsam 7 yaşındaydım. Oturduğumuz evin birkaç ev yanında oturuyorlardı. Annesi ve babası da shinobiydi ve çocuklarının eğitimleri ile yakından ilgileniyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, bazı zamanların onların antrenmanlarını izliyordum ve tek başıma yapmaya çalışıyordum. Ablalarım shinobiliği bırak, yumruk atmayı bile bilmeyen kişilerdi. Bu yüzden de tek başıma onları taklit ediyordum sadece. Kichi kadar başarılı olamazdım kesinlikle, çünkü doğuştan bir kabiliyeti olduğu açık bir şekilde ortadaydı. İşte tanımamızda yine bir röntgencilik esnasında oldu.

Evlerinin duvarları yüksek olsa da, bir noktada boyuma kadar düşüyor ve yerini tellere bırakıyorlardı. Bahçelerindeki güzle çiçekleri başka türlü gelen geçene gösteremezlerdi. Hepimizin yaptığı bir üçkağıt yani kısacası. Tellerin arasında, sarmaşıklar yükseliyordu ve bu sarmaşıklar benim gibi küçük birini gizleyebilecek kadar sıkıydı. Bugün o sarmaşıklar tüm telleri içine hapsetmiş durumda, ama yine de hala baktığımda Kichi’yi ve annesi ile babasını görebiliyorum. Neyse… Kafamı sarmaşıkların arasında uzatmış, yağmura tıpkı onlar gibi aldırmadan izliyordum sadece. Ancak birden bulunduğum noktaya bir shuriken fırlamıştı! Sanki taş duvarı, telleri, sarmaşığı geçip boğazıma saplanacaktı! Ancak tellerin arasına sıkışıp kalmıştı. Ne var ki ben çoktan çığlığı basmıştım bile… Ölmediğimi görünce yüzüm hiç olmadığı kadar kızarmıştı! Utancımdan yerin dibine girebilirdim. Bunda utanılacak ne vardı hala bilmiyorum ama bugün olsa yine o utanç ile kahrolurum sanırım.

Shurikeni almaya Kichi’nin babası gelmişti. Bana doğru attığı adımları beynimin içinde hissediyordum. Gizli bir ayinin ortasındaki davetsiz misafirdim ve babası her yaklaştığında gözleri ile beni öldürecek gibi duruyordu. Oysa adamın tek yaptığı yüzüme bakarak gülmekti sadece… Sevimli, sıcakkanlı bir gülümseme… Bana burada ne aradığımı sorduğunda cevap verememiştim bile korkudan. Onları izlediğimi anlamıştı muhakkak fakat yine de muhabbet açmak isteyen bir soruydu bu sadece. Ben ise cevap vermeyerek muhabbeti öldürüyordum. Aslında o sırada hala korkudan bacaklarım titriyordu ve kaçmak istiyordum. Ama korku işte, kıpırdayamıyordum. Daha sonra adam birkaç el hareketi yaptı ve birden üzerinde durduğum yer yükselmeye başladı! Lafı uzatmayacağım, oracıkta ağlamaya başladım! Zemin teller ile neredeyse aynı hizaya geldiğinde adam ellerini uzattı ve beni koltuk altlarımdan yakaladığı gibi bahçenin içine aldı! Gerçi o an kalbimi yerinden söküyor sanmıştım ya…

Kafamı usulca okşayan adam beni tanıdığını söylemişti. Komşumuz olduğunu bildiğini ve babamın resimlerine hayran olduğunu falan filan. Aslında tek yapmaya çalıştığı beni sakinleştirmekti. Benim omzundan tutup ailesinin yanına götürürken Kichi’nin bakışlarını görmüştüm. Bana uyuz olduğunu görebiliyordum. Daha sonra Kichi anlatmıştı, o gün antrenmanı böldüğüm için çok sinirlenmişti. Babası beni annesi ile daha sonra Kichi ile tanıştırmıştı. Tokalaşmak için ellerimizi uzatmamızı istemiş ve Kichi de benim birkaç parmağımı kırıvermişti! O kadar güçlü sıkıyordu ki… O güne kadar elimi sadece annem ve babam sıkmıştı, tabi sevgi ile. Zaten babamın ressam elleri güçsüz dokunuşlara sahipti. Annem ise hiçbir zaman canımı yakmamaya ant içmiş gibiydi. Uzun lafın kısası, dostluğumuz o gün bu şekilde başlamıştı.

Evden zaman buldukça Kichi’nin evine gitmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Her ne kadar annesi ve babası benimle de ilgilenmek istediyse de, onlara göre çok gerideydim. Öte yandan ben onları izleyip taklit etmeyi seviyordum, çalışmayı değil. Onların tüm çalışmalarını izliyor, akşam eve geldiğimde de küçük odamda kendimce taklit ediyordum. İşin komik kısmı, kendi adımı bile değiştiriyor, Kichi oluyordum. Her antrenman sonrasında ise sahip olamadıklarımın hüznü ile gülüyor ve bu duruma bile mutlu oluyordum. Günlerim böyle güzel geçiyordu, ama artık annem ile babam yaşlanıyor ve ablalarım da birer birer evden gidiyorlardı.

Birkaç sene sonra Kichi’nin evine gitmeyi tamamen bırakmıştım. Babamın tablolarını satabilmek için Amegakure meydanında bir yer edinmiştim. Yeterli müşteri çıkmadığı zamanlarda ise Amegakure sokakları beni bekliyordu. Durmadan para peşinde koşan biri olmuştum ve ne kadar kazanırsam kazanayım ailem için yeterli olmuyordu. Bu durumda benim için oldukça üzücüydü, çünkü başka yapabileceğim bir şey yoktu.

Yine böyle bir günde, elimdeki az parayla akşamı beklerken Kichi gelmişti yanıma. Akademiye girdiğini ve bir shinobi olacağını söylemişti. Bu habere bir hayli sevinmiştim. En yakın arkadaşımın adının tarihe geçeceğine emindim. O gün bunu kutlamamız gerektiğini söylemiştim ona, fakat Kichi bana kutlama yerine daha iyi bir şey yapabileceğimiz, babamın resimlerini hiç olmadığı kadar satabileceğimizi söylemişti. O gün gece yarısına kadar ikimizde Amegakure’nin her sokağına girip çıktık ve gerçekten de Kichi’nin dediği gibi hiç olmadığı kadar resim sattık. Kichi o günden sonra gözümde bambaşka biri olmuştu artık. Örnek insan, lider, rol model… Aklına ne geliyorsa o idi!

Kichi’nin eğitimi ile bilgiler giderek kesilmeye başlamıştı, zira para kazanmak giderek zorlaşıyordu benim için. Evden erken çıkıyor, gecenin köründe geliyordum. Zengin kişilerin evlerine giderek bir tablo satmak için birkaç saatimi harcıyordum. Durumun böyle gitmeyeceğini çok net anlıyordum ve bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum. Ancak etrafımda danışabileceğim kimseler yoktu. İşte o gece, Kichi’nin yanına gittim. Evine geldiğimde, gece olmasına rağmen bahçede antrenman yaptığını gördüm. Tıpkı eski günlerdeki gibi onu izlemeye daldım bir süre. Bahçede tek başınaydı, ancak o kadar iyi şeyler yapıyordu ki onu nefessiz izliyordum. Sonunda dinlenmek için durduğunda ona seslendim ve o da koşarak yanıma geldi. Her ne kadar yorgun görünüyor olsa da onun bana yardım edebileceğini biliyordum ve bu yüzden konuyu açtım. Ancak Kichi bunun önemsiz bir şey olduğunu söyledi ve shinobilik yapabileceğimden bahsetti! O an tabiki bu çok saçma bir fikir olarak gelmişti kulağıma. Çünkü yumruk bile atabildiğimden şüpheliydim. Kichi ise benim çok başarılı olacağımı düşünüyordu. Akademide birçok yeteneksiz kişinin olduğunu, onların yanında benim bir cevher olduğumu söylüyordu. Tabiki bunlar yalandı, Kichi benim akademiye getirmeyi planlıyordu sadece. Bunu kendisi de itiraf etmişti zaten…

Ertesi gün Kichi’nin fikrini aileme açıkladım. Başta itiraz etseler de Kichi’nin kazanç konusundaki anlattıklarını aileme de anlatınca, onlar da ikna oldu. Aslında her şey ortadaydı. Kichi’nin büyük bir evi ve bahçesi vardı, bizim ise ufak ve sadece betonumuz vardı. Ailemin onayını aldıktan sonra birkaç gün kendimi hazırlamaya çalıştım ve hazırlanma sürecinin sonunda Kichi’nin yanında akademiye doğru ilk adımlarımı attım!

O dönemde shinobilere ihtiyaç çok fazla olduğu için neredeyse adımı bile sormadan beni akademiye aldılar. Kichi ile aynı sınıfa koydular, zira dersler başlayalı epey olmuştu ve benim için yeni bir sınıf açacak değillerdi. Oysa dersler epey ilerlemiş ve ben koca bir manavda yenmiş armuttan farksızdım! Anlatılanları ağzımı açarak dinlemekten başka bir şey yapamıyordum! Tek bir kelimeyi bile anlayamıyor, ancak çok iyi anlamış gibi başımı sallıyordum. Bambaşka bir dil konuşuluyordu ve bambaşka bir yaşam vardı. Birkaç gün bu şekilde gelip geçti… Kichi benimle ilgileniyordu, ancak ona da bir aptal olmadığımı ispat etmek ister gibi tüm dersleri çok iyi anladığımı söylüyordum. Oysa hiçbir şey anlamadığımı söylesem, bana yardım edeceğinden emindim. Ama bugün diyorum ki, iyi ki yardım istememişim. Aksi halde onunla, takımımızın üçüncü kişisi ve belki de her şeyi olan Misora Hizuru ile hiç tanışmamış olacaktım…

Elimdeki resme düşen bir damla gözyaşı ile konuşmam kesilmişti. Yüzünde yara izleri olan, ancak buna rağmen kocaman bir gülümsemesi ile duran Senzo-sensei, hemen önünde sağ tarafın denk gelen ben, benim yanımda ise Kichi ve önümüzde Hizuru… Düşen yaş her ne hikmetse tam da Kichi ve Hizuru’nun üstüne doğru gelmişti. Düşen bu yaşa rağmen, yüzümde büyük bir gülümseme vardı… Sadece Senzo-sensei ile ben kalmıştım bu resimden geriye… Ve de bir sürü güzel anı… Ölüm hüznü doğursa da ben hiç nail olamamıştım hüznün siyahına. Resme ne zaman baksam, hemen yanıbaşımda buluyordum Kichi ve Hizuru’yu. Sanki hiç ölmemişler, hiç gitmemişler ve her zaman iki omzumun üstünde yaşıyorlarmış gibi… Gözümden düşen yaş sayısı artmaya başlasa da yüzümdeki gülümseme de bir o kadar artıyordu. Resmin çerçevesine daha fazla göz yaşı dökmemek için bir miktar ileri almış olsam da resmi, gözlerimi alamıyordum bu iki güzel insandan. O anda, yaşadığımız o lanetli günden sonra ilk kez Senzo-sensei’yi görmek istemiştim. O malum olayın ardından, sadece hastanede yanıma gelmişti bir kere ve sonra gitmişti… Ne yüzünü hatırlıyordum ne de söylediklerini. Ancak onun yanına hiç gitmek istememiştim daha sonra. Sanki onun yanına gitsem Kichi ve Hizuru’nun mutluluğu yok olacaktı. Senzo-sensei de aynı şekilde düşünüyordu belki ve bu yüzden bir daha hiç görmemiştik birbirimizi… Ölmediğini biliyordum. Sonuçta ölen shinobiler için yapılan merasime zorunlu olarak katılmıştım. İki kişinin merasimine onur konuğu olmuştum hatta. Resmi masanın üstündeki eski yerine koydum yavaşça ve kalem ile kağıda son bir kez daha baktım. Satırlarımda Hizuru yoktu henüz, ancak olacaktı. Fakat önce Senzo-sensei’yi bulmam gerekiyordu. Onunla ne konuşacağımı bile bilmesem de Kichi ve Hizuru’nun resimdeki gülümsemesi gitmemi söylüyordu.

Yazdıklarımı hızla taradıktan sonra defterin kapağını kapattım. Yeni defterin kapağı bir mırıltı ile kapanırken yerimden kalktım ve yağmurun altında ıslanmamak için üzerime bir pelerin bulup geçiriverdim. Güneş’in varlığına rağmen kendini bizden sakınması hoş değildi, ancak yine de gündüz olmasını anlamaya yetecek kadar kendinden tattırıyordu bize. Bu da iyiydi, yeterliydi. Akademiye gidip Senzo-sensei’nin yerini öğrenebilirdim belki. Şimdilik en mantıklı şey buydu zaten. Son çare olarak kendimi bambaşka yerlerde paralayabilirdim nasıl olsa.

Re: Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 19 Oca 2015, 00:10
gönderen GM - Naruto
Sıkıca sarılıyorsun pelerinine. Seni hüzünlü yağmurdan koruyan mutlu anılar gibi sarıyor seni. Yokoluşun ve kayıbın insanları çevrelediği bu dünyada tutunabileceğin tek dalın oymuşçasına sıkıyorsun pelerine geçirdiğin ellerini. Çevrenden kayıp giden her bir bir damla seni umutlandırıyor. Hüzün ve damlaları sana dokunamaz bu mutluluk pelerini altında. Evet... artık hüzün yok. Sadece mutlu anılar ve umutlar var.

Fakat semalar farklı düşünüyor.

Her bir dökülen damla ile, içten içe, onlarsız yaşayamayacağının farkına varıyorsun. Yüzleşmeye gitsen bile, konuşsan bile, onlardan ayrılamayacaksın. Ve şu anda da olduğu gibi, mutluluk pelerinin dikiş aralarından vücuduna sızacak, tenini nemlendirecek, seni tamamen yıldırmasa bile varolduğunu hissettirecek.

Fakat bununla yaşamaya alışıyorsun.

Akademi kapısında, yağmurdan korunmak adına kapının iç kısmına geçmiş görevliye yaklaşıyor ve Senzo ustanın yerini soruyorsun. 2. katta, öğretmen odasında olduğunu söylüyor sana. Beklemeden oraya çıkıyorsun.

Boş koridorları geçip, loş ışığın altındaki kapıya varıp, tıklatıp açıyorsun. Seni, ortadaki bir masa, çevresindeki sandalyeler, duvardaki kağıtlar ve geniş bir camekan karşılıyor. Bu camekan, buradan akademinin ön bahçesini görecek şekilde, yani duvarın tamamı neredeyse cam.

Camın önünde bir figür duruyor, elleri cebinde, irice birisi. Uzun saçlarını arkadan toplamış, fakat dağınıklığını düzenleyememiş. Tanıdık bir figür. Camdaki yansımasından, yüzü sana doğru dönük olmasa da, gözlerinin kapalı olduğunu görüyorsun. Bir tepki vermiyor.

Re: Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 19 Oca 2015, 16:12
gönderen Mizuno Kyousuke
Rüzgarın bir aslan gibi kükreyebildiğini bilmezdim. Hoş, bu dünyada bilmediğim şeyleri sıralamaya kalksam, bu sıra bile bilmediğim bir şey olarak yer alırdı listemde. Neyin, nasıl var olduğunu bilmek dışında nedenini de bilmek istemekti bütün gayretim. Dünya bir toz bulutuydu, büyük bir patlamadan sonra. Peki neden? Hayır, neden toz bulutu olduğu değil… Neden var olduğu… En basitinden bir isme o ismin verilmesindeki nedendi ulaşmak istediğim ve her defasında ellerimden kaçırdığım. Bu yüzden yüzümdeki gülümsemeyi esirgemesem de nedenini merak ediyordum. Bunu bir çocuk gibi bıkmadan, usanmadan, elli defa sorabilirdim bir büyüğe. Ancak ne alacağım cevaplar tatmin ediyordu ne de bir gerçek bir cevap oluyordu çağrıma. İşte bu yüzdendir ki, rüzgarın kükreyişini ilk duyduğumda şaşkınlıktan ağlayabilirdim. Çok fırtınalar görmüş bedenime ayak uyduramıyordu zihnim.

Bulutlar ağlardı, Amegakure’de yaşayan herkes bilir bunu. Ancak bulutların haykırarak ağlamasını duymak umarım kimseye nasip olmaz. Kulaklarım rüzgarın kükreyişine alışmıştı belki ama bulutların ağlayışı yok ediyordu tüm duyuları. Duyan kulaklarım değil, zihnimdi aslında. Oysa dışarıda normaldi, olması gerektiği gibiydi her şey. Bir ölü beden sağımda ve bir ölmek üzere olan beden hemen önümde… Bunun dışında her şey normaldi… Olması gerektiği gibi mi?

Gözlerimin önünde çöken bedenin Hizuru olduğu idrak edebilmem bile çok geç olmuştu. Nasıl ki kulaklarım alışmışsa, zihnim de alışmaya başlıyordu. Ölmeliydim, bunun başka açıklaması olamazdı. Havadan yağanların bulutların gözyaşları yerine kunai ve shurikenler olduğunu anladığımda ve rüzgraın kükremesinin aslında bu ekipmanların yarattığı gürültü olduğu anladığım anda… Bu sırada vücuduma saplanmalıydı onlarcası ve ben büyük bir haykırışla ölmeliydim, Kichi’nin ölme şeklinin tam tersi olarak. Yüzümdeki onunki gibi bir gülümseme olmamalıydı. Kichi’den fazla yaralanmış olsam da onun gibi aldırmamalıydım bu yaralara. “Kendine iyi bak.” diyerek gülümsemeliydim Hizuru’ya, tıpkı Kichi’nin bana yaptığı gibi. Oysa olmamıştı, olamamıştı, oldurmamıştı…

Hizuru nereden, nasıl geldiğini anlayamadığım bir anda önüme geçerek bir siper olmuştu. Vücuduna giren kunailere ve shurikenlere direniyordu ve hiçbirinin geçmemesini istiyordu kendinden öteye. Ama asıl sorduğum soru nedendi yine. Neden ölmüyordum ve neden Hizuru beni koruyordu. Neden o ölmeliydi? Kunai ve shurikenlerin kasırgası dindiğinde serin bir rüzgar doğuyordu ağaçların aralarından. Aslında hep olan, ancak kasırgadan fark edilmeyen. Hizuru’nun pembe saçları tamamen kırmızıya boyanmıştı ve yavaşça yere düşüyordu narin bedeni. Son nefesini kulağıma üflüyordu ve tüm tüylerim diken diken olmuştu. Gözlerim gördüklerinin gerçek olduğuna inanmıyordu ve hızlı hızlı kapanıp açılarak gerçekliğe dönme peşindeydi. Sağımda Kichi’nin öylece duran bedeni ve hemen önümde, artık yere yığılmış Hizuru’nun bedeni… Bunun neresi gerçekti ki?

Bacaklarım vücudumun ürkekliğini ve zihnimin sorularını reddederek harekete geçmişti. Geliş yönümüz doğrultusunda, tamamen ezbere hareket ediyordu sadece. Her bir adımla kafamda cümleler doğuyor ve her bir cümleye gelen neden kelimesi bir soruya çeviriveriyordu tüm cümleleri. Amegakure’ye yaklaştıkça yüzümdeki gülümseme artıyordu kafamdaki nedenlerle… Bunun da nedeni yoktu gerçeğinde, aklımın aksine.

Hava tıpkı bugün gibiydi… Yüzümün mutluluğuna inat edercesine yağan bir yağmur… Hep hüzünle özdeşleşmemiş miydi zaten. Şimdi neden onu mutluluğa yoruyordum ki? Sıkıca sarılıyordum kıyafetime. Sakin bir damla bile tenime değerse, tüm içimi hüzün kaplayacak gibi. Saçlarım gözümün önüne düşüyor, her bir kırmızı saç teli Hizuru’nunki ile özdeşleşiyordu. Benimki parlak değildi onunki kadar, ama hatırlamaya yetiyordu. Ancak ne zaman bir kırmızı saç teli düşse gözümün önüne, Hizuru’nu çemkirmeleri, tripleri ve kahkahaları geliyordu aklıma. İşlemiyordu işte hüzün damlaları ve silemiyordu yüzümdeki gülümsemeyi. Olması gereken buydu, mutlu olmak… Daha başka ne olabilirdi?

Yüzümdeki gülümseme hemen kapının önünde hüzün damlalarından sakınan görevli ile kesiştiğinde soracağım soru belliydi. Şanslıydım ki bugün Senzo-sensei olmasını dilediğim yerdeydi. Başka başka yerlerde onu arama zahmetinden kurtulmuştum. Hüzün damlaları çaresiz… Adımlarımı hızla ikinci kattaki öğretmen odasına yönlendirmiştim. Yerini bilsem de içini hiç bilmediğim, gizemli ve ulaşılmaz bir odaydı burası. İlk olacaktı gizemin içine girişim, ancak içimde heyecan yerine bir mutluluk vardı yine. Bu kez hepsinden farklı, uzun süre görmediğim bir dostu görmenin mutluluğuydu bu. Bir ustanın iki cümlesini duymanın vereceği mutluluktu. Odanın kapısını melodik çalmamak elde değildi ama kendimi tutmalıydım. Bana yakışacağı gibi, resmi bir şekilde üç kere yavaşça tıklamalıydım sadece.

Odanın içine girdiğimde, sanki yağmur içeriye yağıyordu. Neredeyse tüm duvarı kaplayan cam, dışarıdaki havayı adeta içeriye taşıyordu. Camın hemen arkasında ise, camdan yansıdığı kadarıyla görebildiğim, gözleri kapalı duran Senzo-sensei bulunuyordu. Biraz kilo vermiş gibiydi, hiçbir zaman bir kas yığını olmamıştı zaten. Kendisini yavaşlatacağını düşünüyordu belki onca kasın. Bu yüzden pek kaslı sayılmayan, halk arasında kalıplı denmeyen ancak fit biriydi. Saçları ise daha uzundu geçmişe kıyasla. Yine de duruşunu koruyor gibiydi. Ceplerinde sabitlediği elleri ve şu anki duruşu halk tabiri ile cool bir hava uyandırıyordu Senzo-sensei’de. Küçükken gözümüzde gördüğümüz gibiydi ve yıllara rağmen hala öyleydi. Belki de bu yüzden gülümsemem artmıştı, buna engel olamazdım.

Senzo-sensei’nin hareketsizliğine karşılık içeriye girişimi fark edip etmediğinden emin değildim. Gözleri açık olsa, tıpkı benim onun yüzünü görmem gibi, o da yansımadan beni görebilirdi. Bu yüzden direk konuşmam gerekiyordu. Dikkat çekmek için boğazını temizleme gibi numaraları hiç sevememiştim, bu yüzden doğruca konuşmaya başlayacaktım. “Senzo-sensei…” diyecektim ilk olarak ve küçük bir esin ardından “Biraz vaktiniz var mı?” diye soracaktım. Kendimi tanıtmaya ve hatta belki de konunun ne olduğunu söylememe bile gerek yoktu. Ben onun öğrencisiydim ve o da benim senseimdi. Bu saatten sonra sesimden bile kim olduğumu ve ne istediğimi anlayabilirdi. Bu yüzden gereksiz bir takdim ile içeriye girmek için camları döven hüznü memnun etmemeliydim.

Re: Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 22 Oca 2015, 21:00
gönderen GM - Naruto
Derin bir nefes veriyor Senzo. Ardından yavaşça gözlerini açıyor ve siyah-mavi karışımı Amegakure semalarında gözlerini gezdiriyor önce. "Var, Kyousuke."

Ortamın ağırlığını katlamaya yetiyor bu iki laf. Seni huzuruna kabul etse de, bunun kolay olmayacağını vurgulamak istiyor sanki. Ellerini arkasında, belinin üstünde kavuşturuyor, hala gözleri dışarıyı izlerken. Geçip bir sandalyeye oturmanı istiyor senden, belli. Lâkin sana dönmüyor, yüzünü görmek istemezmişçesine.

İçini bir sıkıntı kaplıyor. Belki de sana kızgın, belki de gerçekten senden nefret ediyor. Sağ kaldığın için, kaldığınız için. Bilemiyorsun, ama en azından herşeyi bir sonuca bağlamak için bir şansın var, tam bu noktada, bu zamanda.

Re: Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 28 Oca 2015, 14:25
gönderen Mizuno Kyousuke
"Kaybetmek zordur fakat bir sonraki savaşa geçmezseniz tükenirsiniz."

Zordu. Sonbaharda sararıp düşen yaprakların üzerine basıldığında dağılmayacağına inanmak kadar... Yatağının altındaki canavardan korkmayan ve onunla her gece koyu sohbetler yapan bir çocuğun var olduğuna inanacak kadar... Bazense nefes almak kadar... Bir çırpıda tüm ciğerleri doldurmak istemek, ancak sadece birkaç saniyelik nefes ile yetinebilmek... Zordu işte, tarifsiz bazen. Tarifi zorluğundan değil, zorluğu tarifinde... Kaybediyorsun, uyanıyorsun ve yok. Kaybediyorsun, ağlıyorsun ve yine yok. Sonuç yok, başlangıç kayıp... Böyle bir çelişki ve böyle bir metamorfoz...

Savaşmanın en kolay yanı düşmandan zaten nefret ediyor olmaktır. Bu yüzden çoğu savaş içinde barındırdığı nefret olgusu ile kolaylaşıverir. Canlar yittiğinde, yiten canlara ilahi bir değer biçilir ve her değer biçiş nefreti körükler. Bu bir döngü değildir, sadece hızla yükselen bir ivmeye sahip grafiktir sadece. Son nokta ise artık nefret edilecek birinin kalmamasıdır. Biçilmiş değerler hiç de biçildiği gibi değerlendirilmeyip unutulur, adlarına birkaç park yapılır, isimleri sokaklara isim olur ve sonra her şey biter. Buna da zafer denir. Zafer beraberinde rehaveti doğurur ve rehavet de unutmayı. Nefreti, değer biçilenleri, değer biçenleri... Hepsi unutulur ve geriye sadece yaratılmış destanlar kalır. Bu destanlarla övünülür, ancak sancağı ilk kez surlara diken kişinin kim olduğu bile bilinmez. En fazla adı zikredilir doğru veya yanlış ama hakkında başka bir şey bilinmez.

Bu iki tarafın var olduğu türden savaşlara getirilen açıklamalardan biri sadece, eğrisi ile doğrusu ile. Oysa benim savaşım içimdeki mutluluk kelebekleri ile. Kaybetmiş ve savaşmış biri olarak ne kayıplarım ne de unutmuşluklarım söz konusu. Hal böyle olunca da hayatın bana sunduğu diğer savaşların girdabında kaybolup gitmek dışında elimden gelen bir şeyin olmayacağı göremeyecek kadar kör olamazdım. Savaşlarımı yapabilmek için savaşın gerçek sonuçları ile yüzleşmeliydim. Savaşın bana hediye ettiği gülümsemeleri değil, gülümsemelere neden olan hediyenin gerçekliğine nail olmalıydım. Bunu yapabilecek tek kişinin de aynı savaşın bir diğer mağlubuna, Senzo-sensei'ye, gitmeliydim.

Senzo-sensei'nin beni karşılaması yüzümdeki tebessümü silecek türden olmuştu. Gözlerini Ame'nin yağmur damlalarına teslim etmişti ve her bir damlayı bakışları ile yakalayacak gibi duruyordu. Onun bu hüzün avında ben de odanın içindeki bir sandalyeyi kendime mesken edinmiştim. Benim sesimi duyduğunda boynuma sarılmayacağını tahmin edebiliyordum, ancak bu kadar soğuk bir karşılamada hayallerimde yoktu. Uzun zaman sonra konuşacak olmak sanki Senzo-sensei için büyük bir yükten başka bir şey değildi. Onun bu soğukluğun altındaki nefret dalgasına karşı kendimi korumalıydım sadece. Sonuçta yaşanılanların sonucunda ikimiz de aynı noktadaydık. Hizuru ve Kichi ölürken yanlarında sadece ben vardım ve Senzo-sensei'nin hangi cehennemde olduğu konusunda bir fikrim bile yoktu. Yine takım dışındaki görevlerden birindeydi muhtemelen, ancak ben ne olursa olsun onu suçlamamış ve ondan nefret etmemiştim. Sadece konuşmamayı tercih etmiştim. Çünkü o an konuşmak, bizi geren hüzne beyaz bayrak sallama gibi olacaktı. Bense savaşmalıydım... Takım arkadaşlarımın bana emanet ettiği gülümsemelerini iki tane hatırlanması gerekmeyen anı ile yok edemezdim. İşte burada bulunmamın özeti de buydu. Yeni savaşlar için, eski müttefiğim ile yüzleşmek durumundaydım.

Sandalyeye dik bir şekilde otururken kollarımı göğüs hizasında bağlamıştım. Her geçen saniye oda içindeki tansiyonu yükseltiyordu ve bu yükselmenin komaya selam çakıyor oluşu beni konuşmaya itiyordu. Direk konuşmak şu an için en mantıklısı gibi görünüyordu ve bu yüzden de öyle yapacaktım. "Senzo-sensei... Kichi ölürken bana kendime iyi bakmamı söylemişti ve bugüne kadar kendime iyi baktım. Hİzuru benim için ölmeyi göze almıştı ve şimdi sıra onun bu fedakarlığının karşılığını vermede. Ben bir shinobiyim ve yeni savaşların piyonuyum. Bir piyon olsam da savaşı yönlendirebilecek ve hatta kazanabilecek kişi de benim. Bu yüzden, bugün buraya takımımızın savaşını bitirmek için geldim. Bu savaşı bitirip yeni savaşlarda daha güçlü olmak için sizinle konuşmam gerekiyor. Yaşadığımız savaştan geriye kalan iki piyon olarak... Bu konuşmayı iki eski dostun konuşması şeklinde planlamıştım ancak planlar her zaman tutmayabilir. Yine de ben sizi şu an hala yanımda olan biri olarak görmeyi ve bu doğrultuda konuşmayı tercih ediyorum. Resmi olarak takımımız dağılmış olsa da hala sizle tanıdığım senseim olan Senzo-sensei olarak konuşmayı diliyorum." diyecektim doğruca. Cümlelerimin anlaşılır olması için hızlı bir konuşma olmayacaktı bu konuşmam. Kafamdaki sorularım aşağı yukarı belli olsa da, Senzo-sensei'nin tavrından sonra sorularımın muhatabının bir dost olamayabileceği inancına kapılmıştım. Bu sebeple de ilk olarak ikimizin de aynı safta olup olmadığını öğrenmem gerekiyordu. Sonunda sorularım ufak değişikliklere maruz kalabilirdi, ancak en azından bu savaşımın hangi doğrultuda gittiğinden emin olabilirdim.

Re: Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 15 Şub 2015, 19:06
gönderen GM - Naruto
"Kendin nasıl rahat hissedeceksen, öyle düşünebilirsin. Konuş, dinliyorum.

İstediğin bir basitlikte bir cevap değil bu. Bir noktada, hiç de kolay bir cevap bile değil. Hani, sen ortamın havasını süzerken, benzer şekilde Senzo'nun da bunu yaptığını hissediyorsun. Lâkin geçmişin ağırlığı ikinizin üzerinde de büyük bir yük olarak kendini hissettiriyor.

Oturduğun sandalyeye gömülüyorsun biraz daha, fakat Senzo hiç hareket etmiyor. Olduğu gibi, olması gerektiği gibi sağlam durmaya çalışıyor. Dışarıyı izliyormuş gibi görünüyor, fakat gözlerinin Amegakure'yi görmediği belli. Farklı bir şeyler arıyor, nedensizce.

Sen ise bekledikçe tedirginleşiyorsun.

Re: Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 15 Şub 2015, 19:37
gönderen Mizuno Kyousuke
Ses Senzo-sensei'ye aitti. O gülen, dalga geçen, yeri geldi mi ciddileşen ama sesinde bize karşı şefkat olan Senzo-sensi'nin sesi... Fakat tınılar yok olmuştu. Rüzgar sebebiyle titreyen yağmur damlalarının getirdiği çaresiz hüzün müydü, yoksa rüzgarı boşvermiş ve tek amacı yeri ıslatmak olan yağmurun vurdumduymazlığı mı? Cevabı bulmak basit değildi, kelimeler basit olsa da. Bir dostun kuracağı cümleye takılmış bir düşman tınısı vardı ve bu tını ne dostu düşman kılıyordu ne de düşmanı dost. Anlamsız, ancak kendi içinde kaybolmuş bir anlamı olan derin anlatımlar silsilesi...

Omuzlarımın çöküşü hissedebiliyordum çok net bir şekilde. İçime düşen kum taneleri birleşip topyekun bir saldırı düzenliyordu. Kalbimden doğruca mideme iniyordu. Her bir yaralı kum tanesi ağırlaştıkça ağırlaşıyor ve kendini hüzün kisvesine sokuyordu. Havanın hüznü içime doluyordu kısacası ve Senzo-sensei, bu hüznü çok iyi manipüle ediyordu. Ancak yılamazdım, yılmamalıydım. Kendimi özgür kılmak ve Hizuru'nun fedakarlığını mükafatlandırmak için mücerretiye varmam şarttı. Çünkü bu somutlukta anlam bulamıyordum sorularımın cevapları. Her bir kitap tanımlıyordu sorularımın cevaplarını ancak bunlar sadece yazılmış olmak için yazılmış kelimeler olarak geliyordu kulağa. Tatmam gerekiyordu anlamları ve bu anlamları tadabilmek için de özgür kılınmalıydım. Şu an özgürdüm, ancak daha fazlasının olduğuna inanıyordum. Nasıl ki hayatımızdaki her bir mutluluk diğerini değersiz kılıyorsa, işte bu şekilde özgürlüğümü değersiz kılmalıydım. Değersizliğimi anlamalı ve değerli değersizliklerle daha da değerlendirmeliydim fikirlerimi. Bir ölüden fazlasıydım ve baktığımda tüm dünyayı görmeliydim... Senzo-sensei'nin ölmüşlüğüne meydan okurcasına kazılmış ancak henüz doldurulmamış mezarıma kendi elimle kürek kürek toprak atmalıydım. Reddetmeliydim...

Her ne kadar direnmeye çalışsam da havadaki hüzün salmıyordu peşimi. Bu da omuzlarımı dikleştirmeme, sandalyeye gömülü oturuşumu düzeltmeme engel oluyordu. Mezarıma bir adım daha yaklaşıyordum. Yaşarken ölmenin ne demek olduğunu anlayabiliyor ve bu anlamdan haz etmiyordum. Kendimi toparlamalıydım. Fiziken olmasa da düşünce olarak en azından... Senzo-sensei'nin tüm hareketsizliğine rağmen beni dinlediğini, söylediklerimi gerçekten anladığını düşünerek konuşacaktım. Bu yüzden yavaş olmasa bile anlaşılır konuşmaya özen gösterecektim. "Mutluluk..." diye söze girecektim. Anlamını bilmediğim bir kelimeyi tanımlamaya çalışır gibi başlayan cümlemi "Nedir?" diyerek bir soruya dönüştürecektim. Hemen ardından "Bunun yazılı cevaplarını okudum, ancak anlamlandıramadım. Hizuru'nun mutlu gülüşlerini hiçbir kitap yazmıyordu. Bu yüzden Hizuru'nun gülüşünden feragat edişini, onun gülüşünü bularak ödüllendirmeliyim. Bu bir ölü arama kaygısı veya çabası değil sensei... Bu sadece o gülüşün kaynağını keşfetme arzusu. Veya merak... Adını net bir şekilde koyamasam da tarifi var, ama gelin görün ki o da anlatılmaz. Onun gülüşünü hatırlıyorsanız eğer hala, o zaman zaten tarife de gerek yok. İşte bu yüzden sensei, bu hüzün dolu toprakları geride bırakarak yeni gülüşler bulmam gerekiyor. Hizuru'nunkine denk olmasa da onunkine tam bir anlam verecek gülüşleri keşfetmeliyim. Bunun için de onun gülüşünü en yakından bilen sizin müsaadesine ihtiyacım var." diyecektim. Sözlerimin bu kısmını sonlandırdıktan sonra, kısa bir nefes aralığı koyacak ve sonrasında "Eğer buna müsaadeniz yok ise bile, o gülüşü bulup getirmek için bana vereceğiniz son emri, tavsiyeyi veya cevabınızı dikkate almayacağım. Ne için gittiğimi ve ne ile dönmek istediğimi bilmenizi istiyorum sadece. Uzun uzun geçmişi yad etmektense, size geçmişteki gülüşleri sunmak istiyorum." diyerek sonlandıracaktım cümlelerimi. Sandalyemden hızlı bir şekilde kalkacak, Senzo-sensei'ye gidişimi belli edecektim. Onun ağzından bana karşı çıkan son cümleleri kapının tokmağını tutarak dinleyecektim. Temennim yüzüme kocaman bir gülümseme yayılarak bu odadan çıkmaktı, ancak bu bir zorunluluk değildi. Son sözlerden sonra, kendimi özgürleştirecek ve yeni gülüşleri keşfetmeye adayacaktım tüm vaktimi.

Re: Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 15 Şub 2015, 20:16
gönderen GM - Naruto
"İzin verildi, Kyousuke. Sadece..." Duraksiyor biraz, kafasını önüne eğiyor. Ne diyeceğini bilemiyor bir anlığına. Bu bir anlık ikinize de sonsuzluk gibi geliyor. Ne diyeceğini kestirememek, bilememek. Karnından bir ateş yükseliyor beynine kadar, ardından tekrar iniyor. Yutkunuyorsun.

"Sadece, onu bulduğunda bana da göster. Gidebilirsin Kyousuke."

Hala yüzünü sana doğru dünmüyor, fakat artık çıkıp gitmeni istediği belli. Azad edildiğin için, içinde garip bir his var. İhtimaller, yapabileceklerin, gidebileceğin yerler... Yeni bir hayat başlıyor senin için, şimdiki hayatını düzeltmek ve yokolanlar için son görevini yapmak adına.

Re: Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 16 Şub 2015, 21:18
gönderen Mizuno Kyousuke
Gerekli konuşmalar yapılmış ve gereksiz düşüncelerden arınılmıştı. Artık vakit tamamdı ve duyulmak istenenler duyulmuştu. Seino-sensei'nin sözlerinin anlamı büyüktü, ancak bunu şimdi düşünecek durumda değildim. Önümdeki uzun yolda çokça düşünecek zamanım olacaktı. Ancak onun hüznünü ve çaresizliğini söylemem gerekiyordu kendime. Kurduğu her bir cümledeki hüznü anlamamak için aptal olmak gerekiyordu. Odasından çıkarken hiçbir şey demeye gerek yoktu. İçimden kendime verdiğim sözü tutmam gerekiyordu. Aradığım şeyi bulacak ve Senzo-sensei'ye sunacaktım. Bir Hizuru olmayacaktı belki ama onun kalbinden farklı olmayacaktı. Her şey bunun içindi. Tüm bu arayış, tüm bu sorular ve tüm bu gidiş... Geri dönmek üzere Azrail'e verilen bir selam...

Senzo-sensei'nin odasından çıktığımda ilk gideceğim yer belliydi. Köyde harita satan bir yerler bulmalıydım. Aradığım şey şimdilik sadece Yağmur Ülkesi'ni kapsayan ve güzergahları gösteren bir haritaydı. Bunu kolayca temin edebileceğimi düşünüyordum ve fiyatı ne olursa olsun bir tane satın alacaktım. En azından harita ile yolumu daha iyi bulacağıma inanıyordum. Görevler gereği Yağmur Ülkesi'nin bazı yerlerini gezmiş olsam bile çıkacağım yolculukta herhangi bir risk alma niyetinde değildim. Bu haritayı temin ettikten sonra da kapıya yönelecektim elbette.

Kapıya vardığımda beni bir veya iki Chuunin karşılayacaktı ve nereye gittiğimi soracaklardı. Zamanında aynı soruları soran biri olarak elimde tatmin edici bir cevap yoktu belki. Ama en azından tatmin edici bir referansım mevcuttu. Böyle bir soru ile karşılaştığımda, oradaki görevliye gayet içten ve dürüst bir şekilde kişisel bir araştırma yapacağımı, köye ne zaman döneceğimi bilmediğimi ancak bu araştırma için Senzo-sensei'den izin aldığımı onlara söyleyecektim. Aslında Senzo-sensei'nin ismini bu şekilde kullanarak izin alacağımı hiç düşünmemiştim, fakat şimdi işime yarayacaktı. En fazla Senzo-sensei'den onay gelene kadar bekleyecektim. Sonrasında ise Toyone yollarına düşecektim...

Re: Geçmişin İzleri

MesajGönderilme zamanı: 21 Şub 2015, 00:10
gönderen GM - Naruto
Sıkıntı olmadan köyü terkediyorsun. Yeni konunu ben açacağım.

Haritalar 5 puan götürüyor alım gücünden, yani 4-10/5 olarak güncelleniyor.

Ödül olarak da 15GP verdim, her ne kadar 1 sayfa gitmiş olsak da kurgularına hazırlık ve gaz baabında. Kolay gele!