Yağmur… Her defasında düşen damlaları sayma çabama rağmen acımasızca bu çabamı sonuçsuz bırakarak beni yenmeyi başarıyor. Her yenilgide ise mutluluğu tadabiliyorum. Bir yenilginin içindeyken bile, yenildiğim şeyin yağmur olduğunu bilmek yetiyor. Bir yenilginin içinde bile mutlu olabilmek… Sanırım bunu sağlayabilecek düşman bulmak dünya üzerinde epey güçtür. Ama düşman olarak yağmur damlalarını kendinize seçtiğiniz zaman, her bir damlanın düşerkenki yaydığı rahatlama hissi yenilgiyi bile unutturabiliyor insana. Kimine göre Tanrı’nın gözyaşları olan yağmur damlaları, galibiyetine aldırmadan devam ediyor yağmaya. Şu an bu yağmurdan bıkmış suratların tam karşısına geçip koca bir nanik yapıyor gibi, durmadan devam ediyor. Devam edecek de… Bu yüzden yağmura surat asmak yerine, onun kudreti ile boy ölçüşüp yenilmenin bile tadını çıkarmak neden mümkün olmasın ki? Bu yağmurların yüz asıklığını gidermek için durmasını ummak dışında yapılabilecek bir şey yokken, onunla yaşamayı mutlu hale getirmek bu kadar zor olmamalı. Bu yüzden de mutlu olabilmek bir yağmur damlasına bile…
Kafamı ellerimin arasındaki kitaba tekrar eğerken, son kaldığım cümleyi sesli bir şekilde tekrar etme gereği duymuştum. Beni okumamdan alıkoyan ve düşünmeye sevk eden, onca cümlenin arasına sıkıştırılmış bir cümle. “Mutluluk bir alegori, mutsuzluk ise bir hikayedir.” dedim sanki bu cümleyi ilk defa okuyor gibi. Her bir kelimenin hecesinde ayrı ayrı düşünüp, tekrar tekrar okuyasım geliyor bu cümleyi. Doğruluk payını veyahut yanlışlığını tespitinden önce bir cümleyi anlamak daha önemliydi. Kafamı kitaptan kaldırıp küçük odamın penceresine tekrar diktiğimde, gecenin karanlığını delen ışık süzmelerini andırmaya başlıyordu yağmur. Birkaç metre yukarımda çakan şimşeklere ve bir yerlere düşen yıldırımlara aldırmadan, yağmur tanelerine bakıyordum sadece. Her biri sanki Ame’ye has küçük birer ateş böcekleri gibiydi. Tek farkları sayıları, kaynakları ve ışıklarındaki renkti… Ame’de hiç görmemiştim bir ateş böceği ve bu yüzden her bir yağmur damlasına bir ateş böceği muamelesi yanlış olmaz diye düşünüyordum. Ve ateş böcekleri eşliğinde bir kez daha okuma gereği duymuştum o sihirli cümleyi… “Mutluluk bir alegori, mutsuzluk ise bir hikayedir.”
Kafamın içinde yankılanıyor olmasına rağmen, bu cümleden pes etme niyetinde değildim. Öyle birkaç dakika düşünülerek çözülebilecek bir cümle olmadığı da aşikardı. Bu sebeple de ne kitaptaki bir sonraki cümleye geçebiliyordum ne de kitabı kapatıp bir kenara koyabiliyordum. Belki kitabın devamında bir şeyler açıklıyor olabilirdi, ama kendi düşüncemi yaratamadan hazırın üstüne yatmayı anlamsız buluyordum. Madem herkesin mutlu olmasını istiyordum, bu uğurda yaratıcı olmalı, hazıra konmamalıydım. Bir cümlenin bile içinden çıkamayıp hazır ile yetindiğim vakit, amacımın ve düşüncelerimin yok oluşunu hazırlamış olurdum. Bu yüzden bir kelime daha fazla gidemiyordum. Cümlenin sonuna konan nokta, sanki düşüncelerime konulmuştu. Her bir düşüncem, daha başlamadan noktalanıyordu.
Alegori ve hikaye… Bu iki kelimenin içeriğini bir şekilde doldurabildiğim vakit, sihirli cümlenin sadece bir kısmını da tamamlamış olacaktım. Esas kilit kelimler bunlar değildi çünkü. Ortada mutluluk ve mutsuzluk gibi koca birer soyutluk varken, bir sözlüğün içindeki anlamlara tıkılı kalamazdım. Dolayısıyla ilk iki kelimenin de sözlük anlamlarına ihtiyacım yoktu. Zaten bunları biliyor olmama rağmen bu kelimelerin anlamlarında kaybolmuştum. Bunların yanında, kelimelerin içeriklerini doldurmak da yetersiz kalıyordu zihnimde. Bu kelimeleri, diğer iki soyutlukla iliştiremeden boş bir cümleydi okuduğum sadece. Alegori nedir? Neye hikaye deriz? Mutluluğun alegorisi nasıl olabilir? Mutsuzluk gibi soyut bir şeyin somut bir hikayeye dönüşmesine söylenecek bir şey yok mudur? Ve daha nice sorular dönüyordu zihnimin içinde. Tüm bu döngülere rağmen, yüzümde hafif bir tebessüm vardı sadece. Yorgun gözlerim bile uykunun çekiciliğine karşı gelerek yağmur tanelerine kilitleniyordu. Bedenim ise her düşünce molasında yağmurun serinliğinde erimek istiyordu. Üşümüşlüğümü yağmurla serinletmek derdindeydi her bir hücrem… Tüm bunları bir alegori miydi o zaman? Yoksa kuru bir hikayenin kahramanı olarak mutsuzluk soyutluğunda mutluluk soyutluğunu mu yaşıyordum? Sağ elimi alnıma düşen saçlarımı geriye atmak için harekete geçirdiğimde, sol elimde tuttuğum kitabı da bir çırpıda kapatabilmiştim sonunda. Kitaptan çıkan tok ses benim dışarıya çıkmamı söylüyordu. Vücudumun arzusuna iştirak ediyordu düşünceli zihnim. Kitabın neresinde olduğumun önemi yoktu. Zira kitabı bir kez daha açtığımda, bu sihirli cümlenin beni karşılayacağına emindim. Bu sebeple hafifçe doğruldum yerimden ve oturduğum pek de gösterişli olmayan ve sonradan antikalaştırılmış tekli koltuğun üzerine yavaşça koydum. Az önce dışarıya baktığım camı yavaşça yukarıya doğru araladıktan sonra ilk olarak kafamı, daha sonra tüm vücudumu camdan çıkardım. Camın önündeki pervazda tüm ağırlığımı vermeden duruyorken, yukarı doğru kaldırdığım camı yavaşça indirdim ve evin içine küçük ateş böceklerinin girmesini engelledim. Kafama düşen ufak tefek ateş böceklerine aldırmayarak kendimi boşluğa bırakıverdim. Yere indiğimde ise yağmurun soğukluğu ile yanmaya başlamıştım.
Yağmur ve alegori...