Hayat zordur, herkes için ayrı ayrı. Her varlığın kendine göre sorunları ve bunlara karşı bir savunma mekanizması vardır. İnsanın sorunu ise savunma mekanizmasının sorunun kaynağı olmasıdır elbette. Açgözlülük, zalimlik sadece insana özgü özelliklerdir; hırs ve merhamet de. İnsan sadece zıtlıklara bir denge sağlayabildiği zaman gerçek erdeme ulaşabilir.- Tzu-san
"Ben niye buradan hiç bir kelime anlamadım?" diye bağıracak gibi oldu bir an Mao. Sonra durup sessizce ders çalışan kız kardeşine fısıldadı aynı cümleyi yavaşça. Büyük abisi kaya taşımaktan yorgun düşmüş halde taştan ranzanın altında uyuyordu. Loş bir ışık duvara tutturulmuş sarı lambalardan çıkıp beyaz toprak rengindeki dar odayı güneş turuncusu bir renge boyuyor ve duvardan geliyor olmasına karşın çocukların kocaman gölgelerini üretmiyordu. Babası gerçekten başarılı bir mimardı ve yaptığı en güzel evi içinde yaşayacak ailesi için yapmıştı elbette.
Küçük kız kardeşiyle göz göze gelmişken duvarın beyazını annesinin nasıl boyadığını hatırladı; o, yepyeni temizlenmiş taş zeminde tabiri caizse ayak altında dolanırken annesi bir eliyle hamile karnını tutup bir yandan elindeki boya fırçasıyla yukarılara ulaşmak için parmak uçlarına yükseliyordu. Gözleri yaşarırken annesinin terlikle kıçını kıpkırmızı yaptığı zamanları bile özlediğini fark etti ve kafasını azıcık sallayarak kardeşinin cümlesini yarısından başlayarak da olsa dinlemeye karar verdi; "...demem o ki abi, sırf yeşil gözleri ve açık renk saçları var diye Zen'ci kızlarla takılıp o felsefi kitaplardan almamalısın. Hem hiç bir şey anlamıyorsun, hem de babam görürse çok kızar biliyorsun. Ayrıca shinobi kariyerini de düşün, yüksek yerlere çıkmak için fişlenmemen gerekir.".
"Çok biliyon sen." diyerek atladı ranzadan aşağı Mao. Yüzünde hınzır bir gülümseme vardı, gözlerindeyse parlak bir bakış; parlaklık annesini hatırladığında oluşmuş olsa da bütün kardeşlerinde annesini görmek ona güç veriyordu. Ailenin en küçük kızıydı Mio ve annesinin mantıklı düşünce huyunu almıştı. Şimdiden aile işlerinin yöneticisi veya bir diplomat olabilecek yeteneğe sahipti. Tek sorun kırılgan olmasıydı, annesinin hamileyken bile-ki hamile olmadığı zamanları hatırlamak Mao için zordu- her işi yapabilmesini sağlayan azim Mao'ya geçmişti. Gülümsemesi dişlerini gösterecek şekilde büyürken kız kardeşinin gözleri de korkuyla büyüdü. Mao küçük kızın üstüne atlarken Mio'nun yapabileceği tek şey kitaplarını ve mürekkebini çalışma masasının kenarına itmek oldu, küçük kız gıdıklanırken dünyanın en sert tekmelerini atıyordu zira.
İkili eğlence Mao'nun ensesini sıkıca kavrayan el tarafından sona erdi. Ensesi kavranınca kedi yavrularıyla aynı tepkiyi veren Mao abisinin avcunun içinde en yakındaki minderli sandalyeye oturtulurken Mio kahkahasını yeni bitirebilmişti. "Ne var Takashi?" demesiyle beraber abisi konuşmaya başlamıştı elbette.
"Vaay, kim bu şanslı yeşil gözlü kız? Büyüdün de kızlara mı bakmaya başladın, dün o yüzden asılıyodun demek-"
Takashi'nin sözü koridorda duyduğu ayak sesleri yüzünden kesilmiş, bedeniyse hiç zaman kaybetmeden beş dakika önce yattığı yatağa atlamıştı birden. Mao asılmak terimi yüzünden, her ne kadar odadaki tek dişi sekiz yaşındaki kız kardeşi olsa da esmer teninin üstüne çıkan bir kızarmışlıkla kaplamıştı yüzünü. En yakınındaki taş kalemliği abisine fırlatırken kulaklarını düzensiz ayak seslerine vermiş ve gelenin iki kişi olduğunu anlamıştı. Taş odanın tahta kapısı sertçe açıldığında odaya ilk giren diğer abisi savaşta yaralanmış kambur bir asker gibi sendeleyerek diğerinin yattığı yatağa düşmüştü; komik ve anlaşılmayan bir dilde sayıp sövüyordu Ishigakure'nin taşlarına.
Ardından babası girdi odaya Mao'nun. Yüzünde alnından akan terle yeşeren gurur dolu bir gülümseme vardı, Arashi'nin de halinden anlaşıldığı gibi bütün gün çalışmışlardı, normaldi bu sevinç. Her işten dönüşü gibi çocuklarını sorguya çekip onlara günlerini soracaktı elbette, Mao'nun gözleri korkuyla kısılırken babasının konuşmadan önce çektiği nefesi yavaş çekimde izledi, kulağını kapatmak isterdi, ama altı senedir onlara annelik ve babalık yapan adamı üzmek istemiyordu. Kardeşlerinin hiç biri de üzmemişti şimdiye kadar babasını, babası da üzülmek için hiç sebep aramamıştı. Mao akademiye yazılmak istediği zaman üzülmüştü elbette, Mao bunun farkındaydı. Sonuçta babasının işlerine, özellikle taş işçiliğine en çok merakı olan oğluydu. Mao her ne kadar babasına yardım edeceği sözünü tuttuysa da, babası bir gün geri dönmeyeceğini biliyordu. Ya saçma bir görevde, hiç tanımadığı insanlar için ölecekti adamın oğlu, ya da bir gün vazgeçecekti, yahut ailesini unutması istenecekti. Ve Mao bunu yapardı, sadece ona kız kardeşlerini daha iyi koruyacağını söylenmesi yeterdi.
"Mio! Bugün ne yaptın, derslerine çalıştın mı? İşlerin başına geçip aile işimizi büyük şehirlere taşıyacaksın, unutma. Hem abilerin büyük ihtimalle serseri olur, onlara bakacak biri lazım, ablan aşçılığı daha çok seviyor nedense. Takashi, iyi oldun mu? Özür dilerim oğlum, salak işçiler çıkabiliyor arada. O taşın altında bir yerlerin kırılır diye çok korktum bilesin. Mao!.." bir an nefes aldı adam, çok çalıştığı zaman hep böyle fazladan heyecanlanıyordu. Gerçi hep heyecanlı, küçük şeyleri fazla önemseyip abartan biri olmuştu. Çok konuşurdu, bazen boş konuşur, bazen de hiç olmayacak yerden çocuklarının ağzını açık bırakacak bilgelikte şeyler söylerdi. Bütün akrabaları onun hep böyle olduğundan yakınmış olsa da adamın beş çocuğu da babalarına hayran söylediği her kelimeyi dinlerlerdi. Mao'nun teyzesinin anlattığına göre çocuklarının durgun annesini tavlamak için o kadar fazla şebeklik yapmıştı ki bir süre sonra kadın pes etmişti. Ama en büyük abisi olayın aslını anlatmıştı zaten kardeşlerine, annesi ne zaman babası heyecanlansa onu kendi haline bırakmıştı delidir ne yapsa yeridir hesabı. Zaten Mao'nun teyzesi her şeyi çok abartırdı, ona göre çocukların anneleri babasının her gece hiç durmadan sevişmek istemesi yüzünden, yorgunluktan ölmüştü. Küçükken duyduğu çığlıklardan ve inlemelerden dolayı olsa gerek buna inanmıştı Mao, tabi ki kuşlar ve böcekler hakkında konuşmadan önceydi bu, babasının annesine her gece zarar verdiği falan yoktu.
"Ne diyordum, MAO!" diye konuşmaya devam etti babası fazla ısınan beyninin ön lobunu soğutmayı başardıktan sonra; "Çok güzel bir iş geldi, başkentten büyük bir inşaat şirketi geldi- daha doğrusu Rüzgar Ülkesinin Sunagakure'sinden başkente gitmişler, başkent de demiş ki bizde şöyle bir köy var en iyi taşları taş işçilerini orada bulursunuz. Adamlar büyük bir proje üzerinde çalışıyorlarmış, taş örneklerine ve ustalara ihtiyaçları varmış. Bu yüzden bir kafile göndermişler ama yolda saldıran haydutlar görevlendirilen taş ustasını öldürmüş, kafilenin kalanı da işte düşünmüş biz hazır araba var buradan götürelim. Bizim köye gelmişler ama bizimkiler size koruma vermeyiz demişler, zaten karavan korumalarını da köye almamışlar. Bizden Mishi-san var tanırsın taş ustası, onu ve en iyi taşçılarımı gönderdim, ama biliyorsun haydutlar var ve Mishi'yi de atamam öyle haydutların arasına. O yüzden seni gönderdim, hem benim adıma anlaşmaları yaparsın falan. Beğenirlerse bizden dışarı baya bir satış olacak, bakarsın biz de taşınırız." adam bir an durdu, nefes almak için durmamıştı. İş teklifinin hevesiyle önemli bir şeyi unutmuştu ve onu hatırlamıştı şimdi. Mao bir Ishigakure shinobisiydi iş için "taşınması" olanaksızdı. Taşınmayacaklardı. Mao'dan ayrılmak gibi bir seçenek yoktu elbette. "Yani en fazla ben ve abinler bir kaç ay gidip geliriz, ama kafileyi senin götürmen lazım. Hazır tatilde gibisin, yolda öğretmenlik sınavlarına hazırlanman da engellenmez. Yeni yerler de görürsün."
"Gideriz baba." dedi Mao gülümseyerek. "Ama para alırım haberin olsun." dedi dişlerini gösterek ve gülümsedi ardından.