Rin-chan, şimdi!

Yağmurun en rahatsız edici tarafı, saçınızın yada kıyafetlerinizin ıslanması değil. Havanın sürekli kapalı olması, insanların D vitaminlerini bile doğru düzgün karşılayamayacağı seviyede güneş yoksunluğu da değil. Tüm yolların, tüm binaların, her şeyin ıslak olması da değil. Kesinlikle, en büyük problem sürekli giymek zorunda kaldığımız yağmurluklar. Rahatsız edici derecede bol olmaları, devasa kol ağızları ve sevimsiz büyüklükte kapüşonları yetmezmiş gibi sahip oldukları sevimsiz doku. Yine de kullanımı kolay ve son derece pratik, tamamen Amegakure'nin ihtiyaç duyup yöneldiği vasıflar. Gösterişten uzak ve uyumlu. Kısacası, hayata bakış açımı hem yansıtan, hem de yansıtamayan yegane ürün. Neyse ki, beni bu çelişki üzerinde fazla düşünmekten kurtaran şemsiye adında bir araç var da, boş muhabbetlere çoğunlukla kafa yormak zorunda kalmıyorum.
Çoğunlukla devriyelerin, ve bazen de kafa dinlemek isteyen shinobilerin kullandığı, sivillerin girişinin yasak olduğu yürüme platformu ağında sessiz sakin akademiye doğru yol alıyordum. Arada tanıdık yüzlere selam veriyor, beni yolumdan alıkoyabilecek kadar çenebaz meslektaşlarımdan olabildiğince uzak kalmaya çalışıyordum bir yandan da. Boş zamanlarımda yağmur altında yürümeyi severdim. Aslında, "hava açıkken yürümek" muhtemelen tercih edeceğim opsiyon olurdu ancak böyle bir şık olmadığı için, "yürümek" fiilini içeren yegane şeyi yapıyordum. Ancak bugün, sıradan bir yürüyüşten ziyade bir hedef noktam vardı; akademi binası. Akademi binasına ulaşan yolu iki amaçla katediyordum. İlki bana bu ay yazılan devriyeleri kontrol etmekti. Çoğunlukla köy dışı görevlere çıktığımdan nadiren devriye görevinde bulunurdum, ancak sık sık kontrol etmekten de bir zarar gelmezdi nihayetinde. Diğeriyse, kız kardeşimi akademiden almak ve birkaç haftalık uğraşım sonucunda onu ikna edebildiğim üzere ufak bir antrenman yapmaktı. Belki biraz motivasyon ve zorlamayla, bolca da şansla kız kardeşime shinobiliği sevdirebilir, içindeki alevi uyandırabilir ve iyi bir kunoichi olmasını sağlayabilirdim. Bu düşünce, sırıtmama sebep olmuştu, hiç de gerçekçi gelmiyordu bu cümleler.
Kız kardeşim de, aynen abim gibi anneme çekmişti ve belki de dünyanın en sakin insanları arasında yeralıyordu. Sürekli aksiyon gerektiren bu meslekte, belki de ihtiyaç duyulan en son özelliklerden biriydi yani. Ayrıca en doğru ifadeyle şiddetten korkuyor ve olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Buna utangaçlığı ve ev işlerine ilgi alakası da eklenince, ne kadar ittirip kaktırsanız da shinobi sınıfına sokmayı beceremiyordunuz kendisini. Ancak evde konuşulan şeylerin ağırlığı babam ve abimin ortak olarak çalıştığı çinicilik ve hangi çöreğin hangi aromayla daha etkili olacağı olduğunda bir ümit kendi tarafınıza çekmeye çalışabileceğiniz birisini arıyordunuz. Ve son dalımı, denize düştüğümde sarıldığım yılanı da avuçlarım arasından kaçırmak üzereydim. Bir yandan, bu konuda huzur duymadan da edemiyordum. Shinobi yaşamı tehlikelerle doluydu, kanla, ölümle. Bir yerden sonra onuru bir kenara bırakmak gerekiyordu. Ve birer sivil olarak, bu dünyada tehlikeden belki de en uzak noktadaydılar. Bu uzaklık, bir shinobiden belki de yalnızca bir adım geride olsa bile.
Akademiye vardığımda, şemsiyemi kapatarak hafifçe silktim ve elimi kaldırarak kapının hemen dışında duran, geldiğimi farkedince elindeki sigarayı beceriksiz bir şekilde saklamaya çalışıp ağzındaki tüm dumanı yüzüme üflediğini farketmeyen chuunine selam verdim: "Osu, bugün nasılsın Ikeba-San?" Ikeba, otuzlu yaşlarının ortasında bir chuunindi. Hiçbir zaman bir saha adamı olmamış, şehir içi ehemmiyet görevlerinde ve nöbetlerde çalışmış bir shinobi. Bunda pek de iyi olmayan sağlığının ve aşırı kilosunun da etkisi olabilir diye düşünüyordum. Ancak adam, amansızca sigara içmeye ve sağlıksız yaşamaya devam ediyordu. Bazen düşünmeden edemiyordum, intihar etmeye gereken cesareti bulamayan bir insanın kendini öldürme denemeleri miydi bunlar? Chuunin, toparlanıp neşeli olmaya çalışan bir sesle cevap verene kadar, konuşmamı sürdürdüm ben de: "Merak etme, kimseye akademide sigara içtiğini söylemem, yasak olsa bile." Bunu, Ikeba'yı sevdiğimden değil, yalnızca bu konuyla ilgilenmediğimden dolayı yapmıyordum. Ona özel bir durum değildi yani. Ders saatlerinde çoğu sensei derste, kalanlar da öğretmenler odasında dinleniyor olduğundan kapı civarında dolanan çok az kişi olurdu, bunu da fırsat biliyordu adam.
Hızlıca panodaki nöbet ve devriye listelerini kontrol ettikten sonra bu ayki görevlerimi yanımda getirmiş olduğum ufak not defterine kaydettim ve koridorun sonundaki saate kaydırdım gözlerimi. Son dersin bitişine yaklaşık beş dakika vardı. Sükunet içerisinde geçecek beş dakika. Veya belki de gereksiz çene. Onunla ilgilensem, anlatacak pek çok şeyi varmış gibi duran Ikeba'dan olabildiğince uzak durarak, göz temasından kaçınarak bina duvarlarından birine yaslandım ve az sonra dersten çıkacak olan kızkardeşimi beklemeye başladım.
Çoğunlukla devriyelerin, ve bazen de kafa dinlemek isteyen shinobilerin kullandığı, sivillerin girişinin yasak olduğu yürüme platformu ağında sessiz sakin akademiye doğru yol alıyordum. Arada tanıdık yüzlere selam veriyor, beni yolumdan alıkoyabilecek kadar çenebaz meslektaşlarımdan olabildiğince uzak kalmaya çalışıyordum bir yandan da. Boş zamanlarımda yağmur altında yürümeyi severdim. Aslında, "hava açıkken yürümek" muhtemelen tercih edeceğim opsiyon olurdu ancak böyle bir şık olmadığı için, "yürümek" fiilini içeren yegane şeyi yapıyordum. Ancak bugün, sıradan bir yürüyüşten ziyade bir hedef noktam vardı; akademi binası. Akademi binasına ulaşan yolu iki amaçla katediyordum. İlki bana bu ay yazılan devriyeleri kontrol etmekti. Çoğunlukla köy dışı görevlere çıktığımdan nadiren devriye görevinde bulunurdum, ancak sık sık kontrol etmekten de bir zarar gelmezdi nihayetinde. Diğeriyse, kız kardeşimi akademiden almak ve birkaç haftalık uğraşım sonucunda onu ikna edebildiğim üzere ufak bir antrenman yapmaktı. Belki biraz motivasyon ve zorlamayla, bolca da şansla kız kardeşime shinobiliği sevdirebilir, içindeki alevi uyandırabilir ve iyi bir kunoichi olmasını sağlayabilirdim. Bu düşünce, sırıtmama sebep olmuştu, hiç de gerçekçi gelmiyordu bu cümleler.
Kız kardeşim de, aynen abim gibi anneme çekmişti ve belki de dünyanın en sakin insanları arasında yeralıyordu. Sürekli aksiyon gerektiren bu meslekte, belki de ihtiyaç duyulan en son özelliklerden biriydi yani. Ayrıca en doğru ifadeyle şiddetten korkuyor ve olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Buna utangaçlığı ve ev işlerine ilgi alakası da eklenince, ne kadar ittirip kaktırsanız da shinobi sınıfına sokmayı beceremiyordunuz kendisini. Ancak evde konuşulan şeylerin ağırlığı babam ve abimin ortak olarak çalıştığı çinicilik ve hangi çöreğin hangi aromayla daha etkili olacağı olduğunda bir ümit kendi tarafınıza çekmeye çalışabileceğiniz birisini arıyordunuz. Ve son dalımı, denize düştüğümde sarıldığım yılanı da avuçlarım arasından kaçırmak üzereydim. Bir yandan, bu konuda huzur duymadan da edemiyordum. Shinobi yaşamı tehlikelerle doluydu, kanla, ölümle. Bir yerden sonra onuru bir kenara bırakmak gerekiyordu. Ve birer sivil olarak, bu dünyada tehlikeden belki de en uzak noktadaydılar. Bu uzaklık, bir shinobiden belki de yalnızca bir adım geride olsa bile.
Akademiye vardığımda, şemsiyemi kapatarak hafifçe silktim ve elimi kaldırarak kapının hemen dışında duran, geldiğimi farkedince elindeki sigarayı beceriksiz bir şekilde saklamaya çalışıp ağzındaki tüm dumanı yüzüme üflediğini farketmeyen chuunine selam verdim: "Osu, bugün nasılsın Ikeba-San?" Ikeba, otuzlu yaşlarının ortasında bir chuunindi. Hiçbir zaman bir saha adamı olmamış, şehir içi ehemmiyet görevlerinde ve nöbetlerde çalışmış bir shinobi. Bunda pek de iyi olmayan sağlığının ve aşırı kilosunun da etkisi olabilir diye düşünüyordum. Ancak adam, amansızca sigara içmeye ve sağlıksız yaşamaya devam ediyordu. Bazen düşünmeden edemiyordum, intihar etmeye gereken cesareti bulamayan bir insanın kendini öldürme denemeleri miydi bunlar? Chuunin, toparlanıp neşeli olmaya çalışan bir sesle cevap verene kadar, konuşmamı sürdürdüm ben de: "Merak etme, kimseye akademide sigara içtiğini söylemem, yasak olsa bile." Bunu, Ikeba'yı sevdiğimden değil, yalnızca bu konuyla ilgilenmediğimden dolayı yapmıyordum. Ona özel bir durum değildi yani. Ders saatlerinde çoğu sensei derste, kalanlar da öğretmenler odasında dinleniyor olduğundan kapı civarında dolanan çok az kişi olurdu, bunu da fırsat biliyordu adam.
Hızlıca panodaki nöbet ve devriye listelerini kontrol ettikten sonra bu ayki görevlerimi yanımda getirmiş olduğum ufak not defterine kaydettim ve koridorun sonundaki saate kaydırdım gözlerimi. Son dersin bitişine yaklaşık beş dakika vardı. Sükunet içerisinde geçecek beş dakika. Veya belki de gereksiz çene. Onunla ilgilensem, anlatacak pek çok şeyi varmış gibi duran Ikeba'dan olabildiğince uzak durarak, göz temasından kaçınarak bina duvarlarından birine yaslandım ve az sonra dersten çıkacak olan kızkardeşimi beklemeye başladım.