Ruh yavaş yavaş tükenirken uçsuz bucaksız dehlizlerinde zihnin; zihin de zarar görürdü bazen, ruhun tezcanlılığından. Ruh ki kanatlanıp uçmak isterdi özgürlüğe doğru. Ruh ki dönmek isterdi gökyüzüne. Yağmur damlalarına çarparak, ağaç yapraklarının, bulutların gizlediği güneşe ulaşmak isterdi. Bıraksalar, yağmur damlalarına çarpa çarpa, bulutları bir kurşun gibi delerek gidecek uzaklara. Ama gidemez, aklı engel olurdu ona. Ruh, her zaman olduğu gibi bedenin başında durmalıydı. Ayrılamazdı. O yüzden sanki birbirlerine kelepçeli gibi öylece dururlardı bedenin karanlık boşluklarında. Eğer kalınacaksa, aynı anda kalırlardı. Eğer gidilecekse, aynı anda giderlerdi. Ölümdü ismi bu gidişin. Sadece beden kalırdı. Soğuk eller ve nereye baktığı belirsiz gözler. Ölüm işte, kimine göre düğün günüydü ölüm, kimine göre de dünyanın sonuydu. Ölüm ki insanların korktuğu tek şey, ölüm ki yaşamı sadece bir ip parçasıyla bağlamıştı hayata. Ve her gelen sorumluluk da hayatın üzerine biniyordu. Ama kopmazdı o ip nedense. Hayatta kalma içgüdüsü olsa gerek, o ip asla kopmaz yükler bindikçe. Ama Izumi'nin ipi... Kopuyor muydu, yoksa güçleniyor muydu? Belki bir ip parçası değildi artık. Halattı! Halat taşırdı her şeyi, üzerindeki tahtaya ne koyarsan koy, o taşırdı. Neyse ki, Izumi oraya daha yeni yeni bir şeyler koymaya başlıyordu. Son düşündüğü şeyleri de koydu o tahtanın üzerine. Ne de olsa halatı tutardı. Ruhunun gökyüzünü bir mızrak gibi delip geçtiği imgelemlerini dizdi sırayla tahtanın üzerine, ve yağmurdan çok etkilenmeyen bir ağacın altına uzanmıştı. Verdi sırtını yere, verdi siper etti göğsünü gökyüzünden mermi gibi gelen yağmur damlalarına. Düşüncelere daldı tekrar. Soğuk ve boş düşüncelere...
Kalp ve akıl en yakın dost ve en ezeli düşman gibilerdi sanki. Düşündü Izumi. Neredeyse öğlen saatlerinde bile ölüm grisi denebilecek bir griye sahip bulutlara baktı yere yatarken. Havaya baktığında saçma sapan kablolar görmediği gökyüzüne baktı dakikalarca. Havaya baktığında güneşin gözlerini yakamadığı her saniye için şükürler ederek baktı gökyüzüne. Hafif çiseleyen yağmur, gözbebeklerinin üzerine düşse de sadece gözünü sulandırırken baktı gökyüzüne. Düşündü Izumi. Sevgi, ona ne kadar uzaktı? Aşktan ne kadar uzaktı. Aylardır kimseyi sevmemiş, kimsenin gözlerine aşkla bakamamıştı. Düşündü Izumi, neden sevmemişti, neden bulamamıştı kendine bir yol arkadaşı? Nedendi kalbindeki boşluk, ruhundaki eksiklik nedendi? Düşündü Izumi. Gökyüzünden düşen damlalar onda gözyaşı izlenimi bırakana kadar düşündü. Makyajının su geçirmez ibaresi artık işe yaramayana kadar düşündü. Cevap?
Tabii ki en ufak bir cevabı bile yoktu.
Kendi kabul etmese de, aslında aşık olduğu kişiye değildi duyduğu sonsuz sevgi. Aşık olmayaydı! Aşk duygusunaydı. Nasıl da klişe, nasıl da bilindik... Maşuğa değil, aşka aşık Izumi. Bir Waltz yazdığında, "Aşkıma" yazamayacağı bir durumda olmak hoşuna gitmiyordu. Yayı eline alıp, "Bugün onu düşünerek çalıyorum. Bu notalar, bu sesler, bu düşünceler onun için varlar." diyebileceği biri olmadığı için hoşuna gitmiyordu. Yoksa getirirdi kemanını buraya. Otururken çalardı. Kendini dinlemeyi çok severdi, zira nefis çaldığını düşünüyordu. Nefis... Başka bir açıklaması yoktu. Keman konusunda öyle hassas, öyle mükemmeliyetçiydi ki, onu kişisel ihtiyaçlarının, mesleğinin önüne çıkarıyordu. Kemanından dökülen her bir nota o kadar değerliydi ki onun için, bir süre sonra ne zaman yanına keman alsa, kalem ve nota kağıdı da alıyordu yanına. Eğer ki, olur da aklına kusursuz bir nota bütünü gelirse, not alıyordu onları. Aklından çok fazla kusursuz nota bütünü geçiyordu ki, bazen bunlar karışabiliyor ve karıştığında kusurlu olabiliyorlardı. Ki bu, Izumi'nin kaçındığı bir şeydi. Izumi kemanını tanrılar için çalardı. Kaba insanlar için çalmazdı.
Yerden bir çiçek kopardı ve kulağına astı. Soğuk çok hafiften gömleğinin içine girmeye başlamışsa da, çok umurunda değildi bu. Yağmur ülkesinde yaşıyordu o. Biraz soğuk etkilemezdi onu. Toprağa düşen yağmur damlalarının sesini dinliyordu şu an. Toprağa bir bomba gibi düşüp sanki hiçbir şey olmamış gibi aşağı süzülen yağmur damlalarını dinliyordu. Nadiren çakan şimşeği dinliyordu. Sessizliği, güneşin geceyi böldüğü gibi, kılıcın eti böldüğü gibi bölen bir çığlığı dinliyordu. Öyle ki, yer titriyordu heybetinden. "Keşke birileri gelse..." diye düşündü. "Keşke birileri gelse de tanışsam." "Keşke birileri gelse de, biraz da ona anlatsam düşündüklerimi..."
Yine düşündü Izumi. Biri gelse, ona ne anlatacağını düşündü. Sonra da ne anlatacağını düşündüğünü düşündü. Daha sonra da ne anlatacağını düşündüğünü düşündüğünü düşündüğünü fark ettiğinde bunun bir sonunun gelmeyeceğini düşündü. Gelebilecek insanları düşündü. Gelmesini istediği insanları da düşündü. Eski sevgilisinden nefret etse de, gelmesini istediğini fark etti. Belki özür dilerdi, ayaklarına kapanırdı. Belki geçip uzaklaşırdı.
Belki eski en yakın arkadaşının eski sevgilisi gelirdi iki birayla. Izumi, onlar birlikteyken bile hatunun kendisinden hoşlandığını biliyordu. Önce birayı, sonra hatunu yuvarlayabilirdi. Nefis olurdu. Hatun da fena değildi, ama uğuruna Waltz yazılcak bir fıstık da değildi.
Belki eski en yakın arkadaşı gelirdi sekiz birayla. Dörderden, geceyi ormanda geçirebilecek kadar çok bira... Medeniyet görmeye, o rezil kablo yığınına girmeye ihtiyaç duydurtmayacak kadar çok bira. Biraz tütün belki... Cebinde olacaktı aslında tütün. Pipo... OHA!
Ah... Nasıl başarıyordu böylesine zeki olmayı, İnanılmaz olmayı? Canının tütün çekeceğini düşünmüş ve yanının tütün dolması gerektiğini bilmişti. Muhteşemdi Izumi, harikaydı. Sol cebinden çıkardığı tütünü, sağ alt cebinden çıkardığı piposuna doldurdu yavaşça. Sakince. Piposunu yaktığında yaşayacağı kafanın farkındaydı ve buna hazırdı vücudu. Yavaşça, arkada sakin bir oda müziği çalıyormuşcasına doldurdu pipoyu. Sakince. Ne tütünü fazla sıkıştırıyordu, ne de arada fazla boşluk bırakıyordu. Hazırdı pipo. Çekilmeye, kafa yapmaya hazırdı. Haftalarca bugün için sakladığı, orman gezisi için ayırdığı ve defalarca kez kendine hatırlattığı o mükemmel tütün, haftalık harçlığının hatırı sayılır bir kısmını saydığı o tütün... Öyle çok övmüştü ki sokaktaki satıcı bu tütünü, nereden geldiğini unutmuştu. Çünkü adam nereden geldiğini değil, ticaret rotasını dahi saymıştı. Akıl karıştırıcı satış teknikleriydi bunlar. Etkilendi Izumi. Demek böyle oluyormuş dedi içten içe. Uçmaya hazırdı Izumi. Uzak, uzak diyarlardan gelen tütünü ile kafasını uzak, uzak diyarlara uçurmaya hazırdı.
Elleri cebine gitti. Kibrite ulaşması gerekiyordu sadece. Ve... Ve daha sonra kafasını birden milyarlara çıkaracak o muhteşem bitki... Yokladı ceplerini yavaşça. Her zaman kibriti koyduğu yer, sağ arka cebiydi. Poposunu avuçladı Izumi. Nefis bir poposu vardı evet, ama bu durum şu an hiçbir şeyi değiştirmezdi. Sol alt cebine gitti eli. Nefis bacak kasları vardı evet, ama bu durum şu an hiçbir şeyi değiştirmezdi. Gömleğinin cebinde miydi? Göğüs kaslarını avuçladı Izumi. Nefis göğüs kasları vardı evet, ama bu durum şu an hiçbir şeyi değiştirmezdi... Lanet olsun...
Yoktu. Ateş yoktu. Ateşe dair hiçbir şey yoktu. O kadar da akıllı değildi. Hiç akıllı değildi. Rezil bir insandı. Ateşi olmayan bir Prometheus gibiydi. Ses çıkarmayan bir piyano gibiydi cepleri ve yayı olmayan bir keman gibiydi piposu. Gereksizdi. "Tütünümü yakabilmek için ormanı bile ateşe verebilirdim..." dedi kendine sessizce, ama sinirli bir şekilde.
Çok sinirliydi ama... Çook sinirliydi. Birilerini bekleyecekti. Belki, belki birileri yardım ederdi bu çaresiz zavallı yavruya. Çakmağı olan birileri. Ateş teknikleri bilen birileri. Yoksul olmayıp yanında kibrit taşıyan birileri. Aptal olmayan birileri. Evet, kabul ediyordu. Kendisi bir aptaldı. Çok fena aptaldı. Yaşamayı hak etmiyordu. Ruhu, zihninin aptallığının cezasını çekiyordu şu an. Ve biri gelmezse eğer acilen, eve ulaşana kadar bu aptallığın yükünü çekmeye devam edecekti zavallı ruh.