Mao, Mao... Mao! Güvenecek kimsem yoktu, zamanında Taş'ın dik yamaçlarında güç gösterisi yapmış o büyük ülkelerden birinin düşman topraklarında bir kuyunun yanında uyumaktan başka yapacak bir işim yok gibiydi. Şimdi köyde, havanın yeni karardığı bu saatte yamaçlardan köyü izleyen parkın birinde sırtımı sarı otlara yaslamış gökyüzünü izliyor olurdum yanımda arkadaşlarımla. Belki örümcek maymununu bile çağırırdım, sonuçta Chiziru'yu döverken ne kadar adam şahidim olursa o kadar iyidir. Ahah, Chizuru'yu teyze diye çağırdıktan sonra onu bir daha dövebileceğimi sanmıyorum gerçi. Ne dayaktı be. Örümcekle biraz kapışıp boyumuz neden kısa onun hakkında konuşurduk belki de, sonuçta mutfaktaki hareketleri bir rövanşı hak ediyor. Köye dönersem herkesi bir yerde toplamalıyım evet, mangal falan yaparım... Dönersem.
Mao, Mao, Mao! Aslında buradaki insanlara da hak vermiyor değildim, benim güvenecek kimsem olmadığına göre; onların da bana güvenmek gibi bir sorumlulukları yoktu. Her ne kadar bir Taş vatandaşı olduğumdan kendimi Rüzgar ve Yıldırım Ülkesi insanlarından ayırabiliyor olsam da bu insanlar büyük ihtimalle beni iki düşman ülkeden birinin vatandaşı sanıyorlardı. Komik, sadece kendilerine zarar vermiş olanların farkında olan bir nefret toplumu daha. Peki benim halkım ne yapmalı? Gördüğü bütün ülkelere saldırmalı, yıllar önce olmuş saçma bir savaşın intikamını mı almalı? Saen, Konoha'lı arkadaşıyla mektuplaşmamalı mı? Ben Yoshimi Ito adlı çocuğun hayatını kurtarmamalı mıydım yoksa? "Salaklar." Kurban büyük ülkelerin arasında ezilen küçük ülkeler değildi, hayır; kurban büyük insanların arasında ezilen küçük insanlardı.
Bu insanların benim Yıldırım Ülkesi'nden, sınırında yaşadıkları ormanı yakmak ve hepsini katletmek için gönderilmiş bir shinobi olduğumun aksine yönde düşünmeleri için sebepleri yoktu. "Her neyse, bunları düşünmek için fazla küçüğüm sanırım. Ayrıca fazla geç, çoktan bir shinobi'yim; süikast makinesi, katil, sabotajcı." Komik gerçekten; hem fazla küçüğüm, hem fazla geciktim. Katil olmak için yetiştirilen bir grup çocuğuz zaten, macera aramak neyimize, ölüm zaten dibimizde.
Mao! Mao! MAO!
Beş dakika daha! diyebilecek bir durumda değildim güneş beni uyandırırken, sırtımı dayadığım taş rahatımı bozuyor; bir süredir alıştığım yabancılaşma durumu tetiğe hemen geçip yaşayıp yaşamadığımı kontrol etmek için beni dürtüyordu. Her ne kadar tembellik etmek istesem de, bunu düşünerek yazılmamış mıydım zaten shinobiliğe? En azından bir Chuunin olana kadar görevler ve eğitim böyle zorlu geçecek, bir akademi öğretmeni olmayı başarır başarmaz Jinryu Mao emekliliğe hazırlanıp savaş çıkmaması için dua edecekti... Fazla mı dayanıksızdım?
Olamaz! Olamaz, kesinlikle olamaz! Sabah olduğuna göre, artık girelim şu ormana da meyveyi bi bulalım. Gecenin yorgunluğunda ve uyku huzursuzluğunda başka bir Mao vardı, güneşin yüzünü yakarak uyandırdığı Mao bambaşka biriydi. Kulağımda çınlayan tezahüratlar beni galeyana getirmiş, karamsar fikirleri kafamdan atmıştı. Peksimetimi canavar gibi yerken, beni hala görmezden gelen insanlar sinirimi bozmuyor; hatta az biraz eğlendiriyordu. Bana bakan tek insan varlığına babası çekiştirmeden önce gülümsemiş, ardından büyük bir gazla ayağa kalkmaya girişmiştim.
Mao! Mao! Aman!
Ayağa kalkmayı becerememiştim, bildiğin yılların shinobisi ayağa kalkamamıştı ya. On santimden tekrar kıçımın üstüne düşmüş ve güzel bir kas ağrısı çekmiştim neredeyse tüm bedenimde. Büyüyorum, ondan oluyor böyle. Hem zaten, ne yapmaya ayağa kalkıyordum ki? Ormanın patikaları hakkında bir bilgim var mıydı? Not almış mıydım? Plan yapmış mıydım? Merakla etrafıma bakındım önce, merak maskesinin ardında yakındaki insanları tespit etme isteği vardı elbette. Ardından özenle çantamdan harita parşömenini çıkarıp önüme serecektim, haritaya bakarken diğer bir yandan defterimden bir kağıt daha koparıp plan yapmaktı amacım. Haritayı hiç derinlemesine incelememiştim elbette, Burada otururken iyi bir yol çizip en fazla yarım saate yola çıkmam lazım.