Derin bir nefes… Öyle bilindik bir derin nefes değil. Her biri cihan kadar, ancak hiçbiri bir kuru akciğeri doldurmayacak kadar. Sözlerin sözleri kovaladığı şu akşamda, gerçek olan tek şey, az önce mideye inen ıslak bir ekmek belki. O bile yok olabilirdi yağmurun altında… Düşünceler dolanıyordu sözlere dökülmüş halde, fakat ne bir düşünceydi ne de bir idea… Sadece sözdü, belki sonuçsuz belki gereksiz belki hiç olmayan. “Bu düşüncelerin beynini işgal etmesini izin vermemelisin, çünkü asıl düşmanın bir kurşun kadar yok edici olabilen bu kötü düşüncelerdir. Kurşunlar, kurbanlarını seçip onları hemen öldürdükleri için çok acı vermezler.” Kurşun değildi elbette kurbanını seçen, bir katildi. Katilimiz ise sevecen, yaptığı işi yapmakla yetinen biri değildir. Katilimiz bir caniydi, bir psikopat… Ölmüş bedenlerimize durmadan sıkmaktan usanmıyordu kurşunlarını. Kaç mermi alabilirdi ki bir şarjör? Bin olsa? Yine de bunlar daha fazlaydı. Her bir düşüncenin, soru işaretinin ederi kaç kurşuna bedeldi? Hak ediyor muyduk ki kurşunlanmayı umarsızca? Peki kurşunlanmayı bile sorgularken kaç kurşun yiyorduk? İşte bunun adı trajedi, ismi komedi… Ağlamayıp da gülelim mi, gülmeyi bırakıp ağlamalı mı?
Derin bir nefes… Öyle bilindik bir derin nefes değil. Korkusuz bir kartalın avını yakalamak için pikeye geçmesinden önce aldığı son nefer kadar keskin, bir avın son nefesi kadar gereksiz ve yetersiz… Yokluğun varlığında varlık peydah olmaya yeltenirken yok oluyordu yokluk. Ne bir kelimenin anlamı vardı herhangi bir sözlükte yazan, ne de bir sözlük vardı kelimelere anlam yükleyen. İnsanın bir karşılığı yoktu herhangi bir dilde. Öz dilim bile anlam veremez olmuştu düşünce temeline. Düşüncenin anlamı yoktu ki anlamsız düşünce olsun. Hele ki doğru ve yanlış zaten kendi kendini feshetmişken… “Yanlış düşünce yoktur, sadece üzerine çalışılması ve üstesinden gelinmesi gereken düşünceler vardır.” Nasıldı peki? Gülsem yetmez miydi? Neden gülecektim ki? Mutlu muydum veya mutsuz? Hissizdim sadece. Hissizliğimin bile hissizlikle alakası yoktu oysa. Bambaşka bir şeydi, adı konmaz, adı yok, varlığı şaibeli, şaibesi yok. Nasıl çalışmalı üzerinde, üstesinden gelinmeli? Bir soru işaretinin devamına noktalı bir cümle gelmezken, soru işaretlerine gebe bir çözümü kabullenmenin yaşattığı ızdıraba niye boyun eğmeliydim? Boyun eğmeyip ne yapacaktım? Asi olarak yaftalanmak bu kadar kolaydı, ama asi kimdi ki? Aslı astarı olmayan asileri asiller asıyordu aslında. Nokta!
Derin bir nefes… Öyle bilindir bir derin nefes değil. Yeni doğan bir bebeğin ilk nefesi kadar hayat dolu, bir ihtiyarın ölümden önceki son nefesi kadar ölümlü… Bakışlarım ağırlaşıyordu, düşüncelerimden daha ağır olmasın. Söyleyecek bir söz kalmamıştı dilimde, oysa zihnim başı boş kelime deryası. Hani komaya girsem? Yine çözümü yok anlaşılan. Yağmurun her bir damlası suratıma değsin diye suratımı havaya kaldırdım iyice. Gözlerimi açtım, her bir damla gözlerime dolsun diye. Yoksa kime anlatabilirdim içime akan gözyaşlarını? Konuşacak çok şey varken, en zoru seçiyordum şimdi. Susuyordum… Kelimeler dilime kadar gelip, geriye gidiyordu. Her geri giden kelime kendini çok anlamlı bir lord sanıyordu. Her birinde ayrı bir kapris, ayrı bir hava… Bu halimle de pejmürde bir adam gibiydim. Üstüne şık kıyafetler giymiş, ruhu olmayan bir garip adam… Adı gereksiz…
Bakışlarım derin bir nefesi yok ederek dönüyordu Yuichi isimli yabancıya. Söylediklerinin üzerin söylenecek çok şey vardı ancak düşünceler sözcükleri öldürüyordu. “İnsan dili kadar düşünür.” derlerdi bir de… Sözcüklerim tükenmiş, her biri anlamını yitirmiş, oysa ben hala düşünüyordum. Neyi, neden, ne kadar düşündüğümü bile düşünüyor, düşündükçe düşüncelerin tutarlılığını yitiriyordum. Bu yüzden de yüzüme bir tebessüm oturmuştu. Bilinçsizliğin boşluğunda kaybolmaya yüz tutan bir gülümsemeydi. Bir ismi olsaydı, muhakkak ki hiçliğe eş değer olurdu. Bu yüzden isimsiz bakışlarım ve isimsiz, lakin anlamlı tebessümüm ile Yuichi’ye “Bir cevap yok… Sorular soruları doğuruyor ve her bir doğum nüfus planlamasını alt üst ediyor.” dedim sesimdeki son tını parçasını hayatta tutmaya çalışırken. Hemen ardından ise “Biraz yürüyelim mi? Belki sorular doğurmayan denizlerde kafamızdakileri unutup baş ağrısına engel olabiliriz.” dedim son tını çırpıntısı ile. Konuşmak istesem de iç karartmak niyetinde değildim. Bu sebeple de dümeni daha neşeli durumları önümüze sunabilecek olan Yuichi isimli yabancıya vermiştim. Ne de olsa benim kaptanlığım cevapsızlıklar silsilesi içinde alabora olmamaya çalışmaya çalışmaktan ibaretti. Ne de olsa...