Ayaklarını sessizce sürüyordu Kusa' nın toprak yollarında. Her zamanki kıyafetleriyle. Annesinin verdiği kimono, pembe mavi olan. Kafasında yaptığı yarım topuza taktığı tantou tokası. Ellerinde ise kotosu. Normalde tek eliyle taşırdı kotosuyla dolu çantayı, ağır değildi, ikinci elinin boş olmasında da sıkıntı yoktu. Fakat bugün farklıydı. Bugün, sadece hüzünlü değildi. Onu bir süre önce aşmıştı. Annesine üzülmenin ona bir faydası olmadığını anlamıştı. Onu görme seanslarını da çok aza indirgemişti zaten, çünkü haftalar sonra onun da bir faydası olmadığını görmüştü. Hala diplerde bir yerde yanıyordu canı, fakat yaptığı şeyler onu bir yere götürmüyordu. Kotosunu önünde tutuyordu, iki eliyle, sıkarak. Çünkü bugün gergindi. Bugün uzun zamandır atması gereken adımı atmaya gidiyordu geisha evine, annesini görüp hüzünlenmeye değil.
Annesinin sorunuyla ilgilenmesinin iki yolu vardı. Ya da Kusa doktorlarının ne olduğunu çözemediği mental hastalığı düzeltmesi için başka yerlere yol alacaktı. Bu uzun yolculuklara sebep olacaktı belki, kolay bir şey değildi. Annesini uzun süre yalnız bırakacaktı. Sonra eli dolu ya da boş geri dönecekti. İçinden bir ses, bunun işe yaramayacağını bağırıyordu düzenli olarak ona. Bu doktor işi değil diyordu. Kusa' daki doktorlar hiç fena değildi çünkü, ve onlar çözememişti.
Dibe inmesi gerekiyordu. Bunu yapanı bulması gerekiyordu.
Babasını.
Babası geldiğinde onu gören sadece annesi ve Jiya olmuştu. Annesi delirmişti, Jiya ise ağzını açmamak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bir kaç kere Jiya' dan azar işittikten sonra, artık ciddi olarak ona gitmeye karar vermişti. Babası neye benziyordu, adı neydi, kimdi, kimin nesiydi, öğrenmesi gerekiyordu. Jiya' nın onu ne kadar bildiğinden hiç bir fikri yoktu, belki sadece yüzünü görmüştü, belki eski bir dostu falandı, Jiya bu konuda asla konuşmamıştı. Konuşmasını istiyordu. Resmen, kendi konuşma isteğinden çok daha fazla istiyordu onun konuşmasını.
Sessizce sürüyordu ayaklarını Kusa' nın toprak yollarında. Babasını bulmaya. Eski evine gidiyordu. Annesini görme ihtiyacı duymadan.
Çok uzun olmayan bir yürüyüşün ardından, kendini evin kendi büyüklüğüne göre görkemli denebilecek kapılarında buldu. Çok büyük olmamalarına rağmen kapılar, ona hep görkemli gelmiştir, küçüklüğünden kalan bir şey olsa gerek. Girmeden önce kafasını sessizce sık sık oturup kotosunu çaldığı duvara çevirdi. Birilerini görmeyi umarak. Koujo' yu, Haru' yu özlemişti.
Dış kapıyı çalar çalmaz bir kaç ablası karşıladı onu. Sevimli kadınlar, sırayla ona sarıldıktan sonra onu hemen salona geçirmeye kalktılar, her zaman yaptıkları gibi. Genellikle insanlar evdeki deli kadının kızını görünce kötü gözlerle karşılanırlardı, fakat burası öyle değildi. Muhtemelen Jiya, ona öyle bakacak herhangi bir ablayı da orada barındırmazdı, o da ayrı bir meseleydi tabi. Kadınları sessiz fakat nazik bir şekilde geri çevirdikten sonra yukarıyı işaret etti. Muhtemelen annesinin odasına çıkacağını düşünüyorlardı. Onun gibi sessizleşen kadınlardan bir kaçı dudak büktü, ardından onu geniş merdivenlere yolladılar.
İlk katı çıktı. Ablalarının çoğunun kaldığı kat. Yaklaşık on farklı oda vardı burada. Çoğunun kapısı aralıktı, bazılarınınki sıkı sıkı kapalı. İkinci katta onar kapı daha vardı. İlk kattan farklı değildi. Üçüncü ve son kat ise biraz farklıydı. Buradaki bütün odalar, alt kattakilerin neredeyse iki, üç misli büyüklüğündeydiler. Kıdemliler, tecrübeliler içindi. İlk karşılaşılan kapı, Jiya' nın kapısıydı. Artık müşteri almayıp, sadece orayı yöneten, ona konuşmayan kadın. Diğeri, annesinin kapısıydı. Her zamanki gibi, kapalıydı. Eskiden kitli olduğu zamanlarda olurdu, fakat şu sıralar evdekiler kapının kilitlenmesine izin vermiyorlardı, malum sebeplerden dolayı. Son kapı ise Sumie' nindi, neredeyse eve hiç uğramayan, öğretmeni olan Sumie. Sessizliğini bozmadan, Jiya' nın kapısına doğru ilerledi. Yedi kere tıklattı kapıyı bile bile. Kimse o kadar çok tıklatmazdı o kapıyı, herkes 4ten sonra bırakırdı, Jiya' da kim olduğunu sorardı önce. Bu kadar tıklatan, bir o vardı, Jiya' da alışmıştı, ona soru sormamaya.